Abbas Güçlü

Abbas Güçlü

aguclu@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Ülkelerin bilime ayırdığı kaynaklar ile kalkınmışlıkları arasında müthiş bir korelasyon var. Ne kadar para, o kadar bilim. Ülkeyi yönetenler üniversitelerimizi adeta aşağılayarak, sık sık neden Dünyanın En İyi 500 Üniversitesi arasına giremediklerini sorguluyor. Dışarıdan bakıldığında haklı gibi de gözüküyorlar. İnananları da çok. Peki ama onlar üzerine düşen görevi yerine getiriyorlar mı? Üniversitelere yeterince kaynak ayırıyor, liyakate önem veriyor ve bilimin gelişmesi için özgür bir ortam sağlayabiliyorlar mı?
İsterseniz bu tartışmaya girmeden önce, Çin Şanghay Jiao Tong Üniversitesi ve OECD’nin verilerine göre, hangi ülke, öğrenci başına ne kadar kaynak ayırıyor ve ilk 100’e ne kadar üniversite sokuyor, ona bakalım. İlk rakam, Dolar bazında öğrenci başına harcama, ikincisi ise o ülkenin ilk 100’deki üniversite sayısı:
ABD 24.370-54, İngiltere 13.506-11, Japonya 12.326-4, Almanya 12.446-6, Kanada 20.156-4, İsveç 15.946-4, Fransa 10.995-3, Avustralya 14.579-3, İsviçre 21.734-3, Hollanda 13.883-2, Danimarka 14.959-2, İsrail 10.999-1, Norveç 15.552-1, Finlandiya 12.285-1, Rusya 3.421-1.
Dikkat edilirse, ilk 100’e giren ne Çin üniversitesi var ne de İtalyan. Brezilya, İspanya ve Yunanistan gibi Türk üniversitesi de yok. Ama 500’lük listede hemen her ülkenin fazlasıyla üniversitesi yer alıyor. Örneğin Çin’in 30, İtalya’nın da 22 üniversitesi var.
Peki ya Türkiye’nin durumu? Türkiye’de öğrenci başına ayırılan kaynak 4 bin 231 dolar. Sıralamada ise bir var, bir yok. İlk 500’e 2003’te Hacettepe ile İstanbul Üniversitesi girdi. 2004’te giren yoktu. 2005’te yine aynı üniversiteler 400-500 arası dilimdeki yerlerini aldı. 2006’da yine liste dışı kaldılar. 2007 ve 2008’de ise sadece İstanbul Üniversitesi vardı.
Bu listeye, sadece İstanbul Üniversitesi’nin girmesi, bir anlamda iki tıp fakültesi ve öğretim üyesi sayısının en üst düzeyde bulunması sayesinde gerçekleşti. Elbette özelikle tıp alanındaki üretkenlikleri de söz konusu. ODTÜ, Boğaziçi gibi gözde üniversitelerimizin bu listeye girememesinin en önemli nedeni ise daha küçük ölçekte olmaları. “Dünyadaki benzer üniversiteler sıralamaya giriyor da siz neden giremiyorsunuz?” sorusunu yönelttiğinizdeyse önünüze o üniversitelerin bütçesi ile kendilerinkini koyuyorlar. O zaman da söyleyecek söz kalmıyor. İşte bu yüzden iktidarların üniversitelere çok daha fazla kaynak ayırmaları ve bu kaynakların en iyi şekilde değerlendirip değerlendirmediklerini takip etmeleri gerekiyor.

Diplomalı işsizler
Dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi ülkemizde de yükseköğrenime olan yoğun talebin perde arkasında daha kolay iş bulma ve daha iyi bir yaşam standardı isteği yatıyor. Peki bu gerçekleşebiliyor mu? Dünyadaki durum ne? Bizdeki gelişmeler ne yönde?
Yine OECD’nin rakamlarına bakmakta yarar var.
Yükseköğrenim görmüş olanlar iki gruba ayrılmış. İlk grup 20-24, ikinci grup ise 25-29 yaş arası. İşte oranlar. İlki 20-24, ikincisi ise 25-29 yaş aralığındaki işsizlik oranlarını gösteriyor:
ABD 3.9-1.9, Avustralya 3-2, İngiltere 6-2.7, Kanada 4.1-3.5, Belçika 9.1-5.2, Fransa 8.4-4.9, İspanya 8.2-7.9, İtalya 9.2-11, Portekiz 13-8.5, Türkiye 20-11.8
İşte bu veriler, bizim bir aymazlığımızı daha ortaya koyuyor. Sadece üniversite açmakla, kontenjanları artırmakla ve yükseköğrenim görenlerin oranını şişirmekle Avrupalı olunmuyor. Üniversite nosyonu almış kişiler iş bulmayı da, iş kurmayı da başarabilmeli. Oysa bizimkiler sadece iş bekliyor. Çünkü düzen öyle kurulmuş. Örneğin, fen edebiyat fakültesi mezunları ne iş yapar? Örneğin, on binlerce istihdam fazlası olan alanlara niye hâlâ öğrenci alınır? Niye kontenjanları artırılır? Hem de YÖK tarafından..
Özetin özeti: Her alanda garip gelişmeler oluyor. Ama hiç olmazsa, aklın ve bilimin mekânı olan kurumlarda biraz farklılık yaratabilseydik...