Abbas Güçlü

Abbas Güçlü

aguclu@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Toplumun her kesimi gibi, üniversiteler arasındaki parçalanmalar da dikkat çekici boyutlara geldi. Kendi aralarında organize olup, diğer üniversitelere karşı güçbirliği içerisine giren grupların sayısı o kadar çok arttı ki, artık kendi içlerinde bile bölünmeye başladılar. Eskiden, devlet ve vakıf üniversiteleri diye iki grup vardı. Sonra vakıf üniversiteleri büyükler ve küçükler diye ayrışmaya başladılar. Koç, Sabancı ve Bilkent, vakıf üniversitelerinin kendi aralarında gerçekleştirmeye çalıştıkları oluşumlara neredeyse hiç katılmadılar. Ağır Abi pozisyonunda her şeyi uzaktan izlemeyi tercih ettiler. Sonrasında da gerçek anlamda vakıf üniversiteleri ve ticari amaçlı vakıf üniversiteleri diye farklı gruplaşmalar başladı. Son dönemde ise cemaat üniversiteleri, ayrı bir oluşum gerçekleştirdiler.
Devlet üniversitelerinde ise Ankara ve İstanbul üniversiteleri zaten birbirlerine hiç sıcak bakmazlardı. Her iki tarafa göre de daha iyi olan kendileriydi. Bu konudaki farkındalık hâlâ devam ediyor. Ama son zamanlarda en dikkat çekeni, gruplaşma, eski-yeni ayrımı şeklinde. Birkaç yıl içerisinde o kadar çok üniversite açıldı ki, yeniler hemen her konuda biz de varız konumuna geldiler. Onlara göre eski üniversitelerin tuzu kuru. Hiçbir şeye ihtiyaçları yok. Üstelik çok da başarılı değiller. Ama bütçeden en yüksek payı yine onlar alıyor. Kendilerine el uzatan da yok gibi.
Eski köklü üniversitelere göre ise yenilere üniversite demek, onlarla aynı statüde olmak, kabul edilecek bir durum değil. Pek çoğunun politik amaçlarla açıldığını, aradan bin yıl geçse de akademik bir kimlik kazanamayacaklarını her fırsatta dile getiriyorlar. Ama daha önemli olanı, onların bunun farkında bile olmamaları.
Eskilere göre, üniversite kavramı derin yaralar aldı. Düzey düştü. Yeni üniversitelerdeki kadrolaşma had safhada.
Ayrıca bir de bölgesel yapılanmalar var ki o da giderek güçleniyor. Örneğin Karadeniz, Marmara, Akdeniz. Doğu ve Güneydoğu Anadolu üniversiteleri gibi. Zaman zaman bir araya gelip kendi aralarında güç oluşturma arayışındalar. Bazen Üniversitelerarası Kurul’da ortak hareket ediyorlar, bazen de ortak projelere imza atıyorlar.
Tabii bir de rektörlerin atanma şekillerine göre gruplaşanlar var. Çankaya’ya yakın olanlar ile hükümete yakın olanlar gibi. “Hepsi aynı kapıya çıkmıyor mu?” diyenler olabilir ama dışarıdan öyle gibi görünse de bariz farklılıklar var. Bazı rektörler öylesine güçlü ki YÖK mök umurlarında değil. Çünkü arkaları çok güçlü...
Rektörler içerisinde, en bağımsız ve dik duranlar ise sandıktan çıkanlar. Aldıkları oyun gücüyle hele bir de ikinci dönemleri ise yeri geldiğinde bugünün koşullarında ne kadar tavır alınabiliyorsa o kadarını gösterebiliyorlar. Her şeyin tek sesli ve sorgusuz sualsiz kabul edildiği bu dönemde, bu bile bir dik duruş olarak değerlendirilebiliyor.
Peki böylesine bir bölünmüşlükten ortaya çıkan tablo ne? İşte sonuçları:
- Üniversiteler hiç bu kadar suskun olmamışlardı.
- Hiç bu kadar tek sesli değillerdi.
- Özerklik hiç bu kadar rafa kaldırılmamıştı.
- Hiç bu kadar bölünmemişlerdi.
- Hiç bu kadar kadrolaşma olmamıştı.
- Özgüvenlerini hiç bu kadar kaybetmemişlerdi.
- Hiç bu kadar sahipsiz kalmamışlardı.
- Hiç bu kadar sıradanlaşmamışlardı.
Ama aynı zamanda, sayıları çok az da olsa, hiç bu kadar, dünyanın en iyi üniversiteleri sıralamasında ilk 500’e girmek için hırslı ve bir o kadar gayretli rektörler de olmamıştı.
Peki bu noktada YÖK ne yapıyor?
Sadece seyrediyor. Daha da vahimi, ayrılıkları pekiştirip sıradanlaşmayı körüklüyor.
Özetin özeti: Bazı kurumlar esen rüzgâra göre yön değiştirebilirler. Ama üniversiteleri üniversite yapan, akıl ve bilimin yol göstericiliğidir. Dün 28 Şubat’ın güdümüne girdi diyle eleştiriliyorlardı. Bugün ise iktidarın. Kafalarını kaldırıp keşke biraz dünyaya bakabilseler...