Bir filmde sağlıklı, güzel, genç bir kadının birden zayıflamaya, solmaya, kan kusmaya başlayan, gözünün feri kaçan bir kadına dönüşmesini seyrediyorsunuz. Bu kadın ki derdinden ne yaptığını bilmiyor, öksürüğüne rağmen açık pencerelerin önünde dolaşıyor ve nihayetinde ölümden kurtulamıyor. Ve bütün bunların sebebi AŞK. Gelin de aşkın güzel bir şey olduğuna inanın.
Verem yok-aşk yok
Ben bu filmlerin tesiri altında aşktan mı yoksa veremden mi daha çok korktum bilemiyorum. Gerçi yapılan istatistiklere göre vereme yakalanan erkek sayısı kadın sayısından fazlaymış, ama şimdi bu detaya hiç girmeyelim. Belli ki Türk filmleri ince hastalığı kadına daha çok yakıştırmış. Aslında bundan yüzyıl önce bütün dünya edebiyatında verem ‘romantik’, hatta neredeyse sofistike bir illet, fakat bilim ilerledikçe galiba okurları aşktan hastalanmak konusunda ikna etmek zorlaşmış. Ocak ayının ilk haftası veremle savaş eğitimi haftası olduğu için konuyla ilgili birkaç programa denk geldim. Bunlardan birinde doktor üzüntü ve stresin vücudu zayıf düşüreceği için bu hastalığı tetikleyebileceğini söylüyordu. Yani tüberkülozla aşkın bağlantı noktası buydu.
Verem hala yaygın bir hastalık, üç kişiden birinde görülüyor, fakat tedavisi kolay. Hasta kısa zamanda ayağa kalktığına göre eskisi gibi aşklar yaşanmıyor mu diye düşündüm. Yani artık aşkımıza kavuşamayınca kan kusmuyor muyuz? Yoksa “Nerede o eski aşklar” diyenler haklı mı? Belki de bir kısım insan filmlerden korkup aşka tövbe etti.
Nerede o yanlış anlaşılmalar?
Ya da tam tersi; aşklar artık mümkün olduğu için yatağa düşmüyoruz. Tramvayda perde arkasından göz süzülen günleri çoktan geride bıraktık. Bir kadın başı dönüp bir erkeğin kollarına düşmüyor, düşmüşse de tam o anda aşık olduğu adam odaya girmiyor. Eğer bütün bunlar olmuşsa bile bir zamanlar iletişimsizlikten muzdarip Türk insanı çağ atladı, bir yanlış anlaşılma olmasına mahal vermeden sorunu çözüyor. İşin tuhafı burada eski filmlere gönderme yapıyorum gibi görünse de benim bu gibi aksaklıkları o nesil kadınlarından bizzat dinlemiş olmamdır. Bana öyle geliyor ki bir nesil sırf bu dil tutulmasından mahvoldu. Eh, aile muhalefeti de az çok ortadan kalktı. Galiba eskiden şiddetli olan aşklar değildi, önünde pek çok engel olduğu için aşkı yaşama isteğiydi.
Ömrü iki yıl
‘Şimdiki aşklar hızlı tüketiliyor’ bir argüman olabilir. Fakat bilim, insan vücudundaki hormonların bir çift arasındaki aşkı zaten ortalama iki yıl sürebileceğini söylüyor. Yani bebek yapıp dünyaya getirmeye yetecek kadar bir zaman. Aşk denen genetik hadisenin aslında üreme amaçlı olduğunu öğreneli de çok oluyor. Hani kadınlara terli erkek tişörtü veriyorlar, onlar da kokusundan kendi vücutlarına en uygun olan erkeği seçiyorlar. Hem de her seferinde doğru olarak. Genlerimiz bize kime aşık olacağımızı dikte ediyor, ediyor ki sağlıklı bebekler dünyaya getirelim.
Zamana karşı yarış
İnsanoğlu hem kendi tecrübesi hem de bu araştırmaların yardımıyla aşkın ömrünün bir kelebeğinki kadar kısa olduğunu öğrendiğine göre işin aşık olma kısmına fazla vakit ayırmasına da gerek yok. Aramak, bulmak, emin olmak, peşinden koşmak. Bunları es geçiyor. Bir web sitesine kendisiyle ilgili verileri giriyor, en uygun eş seçiliyor. Ayrıca aşkın DNA’lı tarifi de var. Biriyle tanıştınız, yanak içinden doku örneği verin, bir hafta sonra ne kadar uygunsunuz ya da değilsiniz öğrenirsiniz. Bağışıklık sisteminizi belirleyen genler birbirinden ne kadar farklıysa o kadar uyumlusunuz. Vücut kimyası meselesini laboratuvarda çözdünüz. Şimdi artık önemli olan o iki yıl aşkın tadını çıkarmak. Zamana karşı yarışıyorsunuz.
Bu anlattığım bir hayli formülize edilmiş bir ilişki türü, neredeyse hızlandırılmış aşk başvurusu gibi bir şey, değil mi? Haklısınız. Tabii mideye biraz kramp girse, aşktan uykular kaçsa fena olmaz. Fakat verem olmaya da gerek yok hani.