İzmir’den İstanbul’a gelirken yolculuk ettiğim havayolunun kontuarına yaklaştım. Yanımda sadece bir el bagajı vardı ve aslında İzmir’e giderken tüy gibi hafifti. Fakat dönüşte yarısından fazlasını enginarla doldurduğum için ağırlaşmıştı.
Genç kadın çalışan el bagajım olup olmadığını sordu. Var dedim. Tartalım, dedi, tabii diyerek çantayı bandın üzerine yerleştirdim. Olması gerekenden iki kilo fazla çıktı. Bagaj olarak vermem gerektiğini söyledi. Vermek istemiyordum, inişte acelem vardı, bagaj bekleyemezdim. Yanıma alsam dedim. İçinde bilgisayarınız var mı? İsterseniz onu çıkartın, hafiflesin, diye öneride bulundu. Cevap verdim, bilgisayar yok, enginar var.
Dikkatle baktı. Enginar ha, dedi. Evet, İstanbul’dakiler hiç güzel değil, almak zorundaydım. Bir daha dikkatle baktı. Sessizlik. Bu seferlik müsaade edelim Aslı Hanım diyerek beni gönderdi. Birinci sınıf uçuyor olsaydım belki böyle imtiyaz sahibi olmazdım.
Neruda’dan methiye
Bagajımı yanıma alabiliyor olmaktan ziyade enginarın gördüğü itibara sevindim. Ben kendisine çok muhabbet beslerim. Bir tek çanağının işe yaradığının sanılmasına üzülürüm. İstanbul sokaklarında halihazırda ayıklanmış, su içinde yüzen enginarları gördüm mü mevsimin döndüğünü anlarım ama sevincim kursağımda kalır, çünkü bunlar asla İzmir’in enginarlarına benzemez.
“Enginara Methiye” diye bir şiir yazacak kadar enginara kıymet veren bir başkası kimdir, biliyor musunuz? Nobel ödüllü şair Pablo Neruda. Şiirinin son satırlarında şöyle der: Sonra/Kademe kademe/İnceliği/Soyarız/Ve yeşil kalbinin/Barışçıl lapasını/Yeriz. Bu sebzeyi neredeyse kişileştirir. Hassas kalbiyle/Enginar/Bir savaşçı gibi giyinmiş, der. Elbette bu uzun şiir zannettiğimiz kadarıyla bize yaşantılarımıza dair birtakım ipuçları vermek istiyor, ama bu işi isterseniz size bırakayım, bir ara okuyup üstat ne demek istemiş düşünün.
Ananasın yaptığı
Meyve ve sebzelerden portreler yapan ünlü İtalyan ressam, Giuseppe Arcimboldo’nun resimlerini hatırlamaya çalışın. O da enginarı hiç eksik etmemiştir. Hatta bana onu diğerlerinden ayırıyor gibi gelir, zira Yaz adlı eserinde bir karışımın parçası olmak yerine tek başına portrenin göğsünde yer alır.
Bu kız yemekle kafayı bozmuş demeyin. Ki yanılıyor sayılmazsınız. Nihayetinde Sufle diye kitap yazmış biriyim ben. Fakat zaten yemeğin her daim edebiyatta çok önemli bir yeri olmuştur. Hangi birinden bahsedeyim bilemiyorum, ama hemen hemen herkesin okumuş ya da duymuş olduğu bir edebiyat eserinden örnek vereyim.
Gustave Flaubert’in Madame Bovary’sini hatırlarsınız. Hani şu girdiği gayrimeşru aşk ilişkileriyle halen okuyanları sarsan Emma’nın hikayesi. Emma yaşadığı vasat hayatın kendine yaraşmadığını ilk kez gittiği bir salon partisinde ananas ve nar yediğinde anlar. Sonrasında bu kötü düşüncelerden arınmak için kiliseye gittiğinde ise vaaz veren pederin gömleğinin üzerine damlamış olan hardal lekesi onu tiksindirecek ve bir kez daha bu vasatlıktan kurtulmak istediğine karar verecektir.
Şevket pazarda
Yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan? Yemeği sevdiğim için mi kitaplarda onu görüyorum, yoksa okuduğum kitaplardan mı etkilenip yemeği bu kadar önemsiyorum. Tek bildiğim, İzmir’den getirdiğim enginarlar bitince Bomonti’deki binalar, bitmek bilmeyen inşaatlar ve çamurlu yollar arasına sıkışıp kalmış organik pazarın yolunu tuttuğum. Biliyorum ki Karaburun’dan brokoli getiriyorlar. Eh, bu beldemizin esas enginarı meşhur olduğuna göre o neden olmasın? Maalesef, yok. Tam süklüm püklüm döneceğim, o da ne? Şevketibostan. Onu da bir başka sefer anlatırım.