Geçtiğimiz hafta Timbuktu’yu İslamcı gruplardan geri almak için harekete geçen Mali ve Fransız askerleri bölgeyi sorunsuz geri aldılar. Fakat onlar kente girdiklerinde geri çekilmiş olan isyancılar öyle sessiz sedasız gitmemişler, kent için kıymetli olanı yakma girişiminde bulunmuşlardı. Aslında Ahmed Baba Enstitüsü’nün çalışanları temkinli davranmamış olsalardı başaracaklardı da. Bu yangından günler önce yaklaşık 28 bin tarihi değer eşek arabalarıyla şehir dışına gönderilmişti. Dolayısıyla çıkartılan yangında sadece birkaç yüz kâğıt yandı, fakat bunlar bile dijital ortamda kaydedilmişti. Timbuktu’da 11. yüzyıldan bu yana tutulmuş, kimisi ortaçağ dünyasının en mühim ilminin örneği, tıp, hukuk, astronomi ve botanik üzerine en az 100 bin tarihi elyazması var ve dünyanın en fakir on ülkesinden biri olan Mali bu eserleri gözü gibi koruyor.
Louvre’dan kaçırılanlar
Buna çok benzer bir olay Nazi Almanyası’nın Fransa’yı işgali sırasında da yaşanmıştı. Louvre Müzesi’nde kütüphane görevlisi olarak çalışmakta olan Rose Valland, Almanca bildiğini saklayarak işgal süresince hangi Nazi subaylarının hangi eserleri müzeden alıp kendi koleksiyonlarına kattıklarını dinlemiş ve akşamları eve gittiğinde not tutmuştu. Savaş bittikten sonra onun defteri aracılığıyla kaçırılan eserler bulundu ve müzeye geri getirildi. Zaten savaştan önce de Parisliler hummalı bir çalışmanın sonucu pek çok önemli tabloyu özel, nem almayacak kutulara koyup ülkenin dört bir yanındaki şatolara, evlere göndermişti. Bu iki örnek ve aslında buna benzeyen diğerleri sadece sanat aşkıyla değil, bir tarihi, kültürü korumak için yapılıyor. Yani her şey bitti, sanat mı kaldı denmiyor.
Hedef tahtası gibi
Bizde ise bu bilincin çok geç geliştiğini biliyoruz. Belki halen gelişme aşamasında olduğunu bile söyleyebiliriz. Biliyorsunuz Birinci Dünya Savaşı öncesinde ve sonrasında her milletten insan -ki bunlar kendi kültürünü gözü gibi kollayanlardır- Anadolu’yu hallaç pamuğu atar gibi atıyor, el değmedik kazı alanı bırakmıyor, çalıyor çırpıyor. Fakat biz de müsaade ediyoruz doğrusu.
Adını Mark Mazower’ın Selanik adlı kitabında bulabileceğiniz bir arkeolog Osmanlıların kendi tarihi eserlerini hedef tahtası gibi kullanıp ateş ettiklerini, ancak kendisi alıp götürmek istediğinde önünde insan zinciri oluşturduklarını anlatıyor. Derken Osman Hamdi Bey’in yöneticiliğinde İstanbul Arkeoloji Müzesi 1891 yılında kuruluyor ve kazılara ciddi düzenlemeler getiriliyor. Fakat bakın ne oluyor.
Amerikalılara kıyak
Osman Hamdi’nin Cami Kapısı’nda adlı eseri 2007 yılında Pennsylvania Üniversitesi Arkeoloji ve Antropoloji Müzesi’nin deposundan çıktı. Yüz yıldır orijinali görülmemiş olan bu eserin orada ne işi vardı? Eserin uluslararası yolculuğu Fransa’da, Palais de l’Industrie’de başlamıştı. Arkeolojik buluntuların yurtdışına çıkartılmasına izin verebilecek tek isim olan Osman Hamdi’yi hoş tutmak isteyen Fransız Ulusal Müzeler Müdürü kendisinin bu eserini satın almıştı.
Zira Osman Hamdi de Irak’taki bir kazıdan bazı buluntuların Louvre’a gönderilmesine izin vermişti. Eseri daha sonra Pennsylvania Üniversitesi satın aldı. Çünkü üniversitenin Nippur’da yaptığı kazıya sponsor olan Penn Babilon Keşif Fon’u da işlerinin sıkıntısız devam edebilmesi için Osman Hamdi’yi onore etmek gerektiğini düşünmüştü. Hatta Osman Hamdi’ye onursal doktora unvanı da verdiler. Karşılıksız kalmadı, Osman Hamdi 1897 yılında bazı çivi yazısı tabletlerin okyanus aşırı gönderilmesine izin verdi.
Ne demek istiyorum? Yüzyıllar geçse de Mali kadar olabilecek miyiz, onu soruyorum.