1971 doğumlu meşhur goril Koko’ya işaret dili öğrettiklerinde söylediği ilk şeylerden biri ne olmuş biliyor musunuz? Yalan. “Musluğu ben değil şu kedi yavrusu kırdı” demiş.
Gorilleri bir kenara bırakalım. Altı aylık bir bebek istediği yapılsın, mesela kucağa alınsın diye gözyaşı dökmeksizin ağlamaya başlıyor ve ona istediğini verdiğimiz an susuyor, gülücükler saçmaya başlıyor, değil mi? Yani, insanoğlu altı aylıkken yalan söylemeye başlıyor. Hadi yalan söylemek demeyelim, ‘gibi yapmak’ diyelim.
İki yaşına geldiğimizde bize bakan kişiye blöf yapmaya başlıyoruz. Canın isterse, ben yemek yemesem de olur gibi. Dört yaşında istediklerimiz olsun diye etrafımızdakilerin gönüllerini almaya başlıyoruz. Hani yaltaklanma diyeceğim ama dilim varmıyor. O gün en iyi hallerimizi sergileme ve bunun karşılığında bir saat değil, iki saat çocuk parkında geçirebilme ya da iki saat yerine üç saat çizgi film seyredebilme. Beş yaşına geldiğimizde artık bildiğiniz yalanlar başlıyor. Dişini fırçaladın mı? Göz kırpmadan, evet. Sekiz dokuz yaşımızda söylediğimiz yalanların üstünü kapamaya başlıyoruz. Misal, karnım ağrıyordu o yüzden okula gitmedim.
Zincirleme kaza
Bunları Washington DC’de bir ‘yalancılık detektörü’ firmasının kurucusu ve başkanı olan Pamela Meyer söylüyor. ‘Yalancıyı Tespit Etme’ diye bir kitap yazdı ve yok sattı. Kamu politikaları üzerine Harvard’dan lisansüstü diploması olan Meyer ‘sahtekarlık araştırması’ konusunda da sertifikalı. Öyle görünüyor ki yalan söylemek en doğal hallerimizden biri. Meyer yeni tanışan iki kişinin ilk on dakika içerisinde üç yalan söyleyebildiğini anlatıyor. Neden yapıyoruz bunu? Herhalde olmak istediğimiz kişi ile olduğumuz kişi arasındaki boşluğu kapatabilmek için. Üstelik bir yalan peşinden en az on yalanı daha getiriyor. Artık bir senaryo yazmak zorundasınız. Zincirleme kaza gibi bir şey. Bir zamanlar Washington Post’ta çalışan Pulitzer Ödüllü Janet Cooke’un yaptığı gibi.
Janet Cooke 1980 yılında Washington Post gazetesi için yazdığı, sekiz yaşındaki bir eroin bağımlısının hikayesini anlattığı Jimmy’nin Dünyası makalesiyle Pulitzer Ödülü almıştı. Bu dokunaklı hikayeden etkilenen zamanın belediye başkanı polis kuvvetlerini çocuğu bulup yardım etmek için harekete geçirdi. Ancak tüm aramalara rağmen çocuk bulunamadı. Bu sefer bu bir yalan mıydı söylentileri başladı, Cooke inkar etti, çocuğun tedavi gördüğünü söyledi. Bir müddet sonra da Jimmy’nin öldüğü haberi yayıldı. Sonradan hikayenin yalan olduğu ortaya çıktı. Cooke böyle bir hikayenin kulağına çalındığını, editörlere anlattığını, çok beğenilmesi üzerine üzerinde hissettiği baskıyla hikayeyi uydurduğunu söyleyip işin içinden çıktı. Ödülünü elbette geri verdi, fakat kimin umurunda? Aynı zamanda bütün bu olayın film haklarını eski erkek arkadaşıyla birlikte 1.6 milyon dolara sattı.
Var mı bir babayiğit?
1971 doğumlu meşhur bisikletçi Lance Armstrong bir yalanlar silsilesi uydurmadı belki ama aynı yalanı yıllarca, gözünü kırpmadan söyledi. Defalarca kameraya bakıp doping almıyorum dedi. Fransızları suçladı, mağduru oynadı, fakat sonunda yine kameraların karşısında gerçekleri söylemek zorunda kaldı. Tahmin ediyorum o da bunun bir kitabını yazar ve milyon dolar kazanır. Nasıl yalan söyledim, neden söyledim, neden akıllandım tarzında bir kitap.
Batıya bakıldığında bu tip olaylarla çok karşılaşılıyor. Hatırlarsınız, en unutulmazlarından biri Bill Clinton’ın Monica Lewinsky skandalından bahsederken “O kadınla cinsel ilişkiye girmedim” lafıdır. Bu örneklerden hareketle bizim ülkemizde söylenen yalanları, sonrasında dilenen özürleri düşünüyorum. Ya da en azından itirafları. Aklıma bu kadar bariz bir örnek gelmiyor. Bundan çıkan üç sonuç var: Bir, biz yalan söylemiyoruz. Ama bu imkansız, Koko bile söylüyor. İki, bizim yalanların üzeri mükemmelen kapatılıyor. Bu çok mümkün. Üç, her türlü kanıta rağmen çıkıp hatasını kabul edebilecek, özür dileyebilecek bir babayiğit yok. Sizce bu üç şıktan hangisi?