Toplumsal cinsiyet rolleri ile ilgili ilk derslerimi nereden aldım diye düşününce aklıma bir ilkokuldaki resimli hayat bilgisi kitapları geliyor, bir de televizyon reklamları. O evin içinde yemek yapan (bizim kitaplarda reçel – turşu versiyonları da vardı), örgü ören, çamaşır – bulaşık yıkayan, ortalığı temizleyen, ‘boş zamanlarında’ da çocuklara ders çalıştıran süper anneler… Ve babalar? Baba yoktu evde. Akşam yorgun eve gelen bir kişiydi, ona gazetesini verip dinlendiriyorduk, anne zaten yorgun değildi, evdeydi çünkü.
Reklamlarda da öyle değil miydi zaten? Bütün elektrik süpürgeleri, çamaşır – bulaşık deterjanları, makineleri, balerinalar falan kadınların oyuncağıydı. Onlar evde eğleniyorlardı. Ben bir annenin kendisine doğum günü hediyesi ütü alınırsa mesela, çok da mutlu olmayabileceğini fark ettiğimde çok şaşırmıştım. Neden, ev işi deli gibi keyif alınan bir şey değil miydi kadınlar için? Biz öyle izliyorduk hep?
Aradan yıllar geçti ve neyse ki bir şeyler de
Her zaman şuna inanmışımdır; birinin nasıl bir insan olduğunu gerçekten anlamak için ondan ayrılmak lazım. Tabii hani kimse bunu yaşayarak öğrenmek zorunda kalmasın, sevenler sonsuza kadar mutlu yaşasınlar mümkünse ama ya olmazsa? Birisi sizinle çıktığı yoldan dönmek, artık başka bir yöne sapmak, hele hele yola Allah muhafaza başka bir yol arkadaşıyla devam etmek isterse onu nasıl karşılayacaksınız, asıl mesele bu. Attilâ İlhan’ın dediği gibi “Ayrılık da sevdaya dahil” ama hayatta her zaman öyle olmuyor. Ve maalesef bu noktada tanık olduğumuz çirkinliklerin haddi hesabı yok. Eminim “Hiç mi tanımamışım bu insanı?” sorusu kimseye yabancı değildir ve çok acıklı bir sorudur bu.
Bana en hazin gelen, bu noktada hayatınızın o kişiyle beraber geçen kısmından da vazgeçmek zorunda kalmanız. O beraber yürüdüğünüz yolun güzel tarafları da, tatlı anılarınız da, birlikte gülmeleriniz, üzülmeleriniz, mücadele etmeleriniz, başarmalarınız, sonuçta onlar sizin. Ama onlar gidiyor, öfke alıyor yerini. Ve ne yazık ki
Bu ay Milliyet Sanat dergisinin kapağında 2000’li yılların ilk çeyreğine sanat çerçevesinden bakan bir dosya göreceksiniz. 2 ile başlayan yıllardan 25’ini geride bırakırken, her sanat dalından satır başlarına göz atmak istedik. Efnan Atmaca imzalı dosyanın sahne sanatları bölümündeki maddelerden biri, DOT’un açılışı. Yıl 2005, yer Mısır Apartmanı, seyirciyi oyunun içine alan farklı bir mekân ve sahneleme anlayışı, sarsıcı metinler ve birçok şeyin başlangıcı. Tiyatro salonları yönünden gittikçe fakirleşirken tiyatro yapılabilen mekânlar konusunda hayal gücümüz bu kadar zenginleştiyse bunun ilk adımıdır diyebiliriz, DOT ve Mısır Apartmanı için. Üzerinden geçmiş 20 sene.
Ayrıca bugün her biri şöhret olmuş birçok oyuncuyu da ilk kez orada izledik. Philip Ridley’nin yazdığı, Murat Daltaban’ın yönettiği 2007 tarihli bir “Kürklü Merkür” vardı mesela, artık görenler görmeyenlere anlatıyor; kadroya bakın: Rıza Kocaoğlu, Serkan Altınorak, Tuğrul Tülek, Veda Yurtsever,
Yılın son yazısının başına otururken aklımda umut verici şeyler söylemek vardı. Sevmiyorum karanlıkları daha da koyulaştıran cümleler kurmayı. Duymayı da. Bu sefer biraz zorlandığımı itiraf etmeliyim. Yanımdaki yöremdeki arkadaşlarıma “Yeni yıldan ne bekliyorsun?” diye sorayım dedim, en olumlusu “2024’ü aratmaması” oldu. Diğerlerini saymayacağım. Sosyal medya zaten bunlarla dolu, bir de bana ihtiyaç yok.
O zaman bu hafta gösterime giren bir filmden söz ederek kapatayım 2024 defterini, belki siz de yıl bitmeden ya da yenisi başladığında kalkar sinemaya gidersiniz. Bence iyi bir şey yapmış olursunuz. Ümit Ünal’ın senaryosunu yazdığı ve yönettiği filmin adı “Evcilik”. Bu sene Antalya Altın Portakal’dan senaryo ve en iyi erkek oyuncu (Nejat İşler) ödülleriyle döndü.
Mekânımız Ege sahillerindeki Evcilik Konukevi. Epeydir evli oldukları anlaşılan İstanbullu çift Fırat (Fatih Artman) ve Filiz (Öykü Karayel), kısa bir tatil için seçmişler bu manidar isimli küçük oteli. Filiz her saniyesini instagramda paylaşarak
Son sözü en baştan söylersek, anlatacağımız oyundan; “Gurur ve Önyargı (*gibi bir şey)” büyük olasılıkla gülümseyerek ve kendinizi iyi hissederek çıkacaksınız. Kabul edin, günümüz koşullarında az şey değil. Uzun gelebilir (arayla üç saat), başında hikâyeye girmekte zorlanabilirsiniz (Jane Austen dünyasına ve konuya hâkim olmayanlardan bunu duydum) ama sahnedeki beş fişek gibi kadının enerjisine teslim olmamak çok zor.
Tersten başladığımız sözün başına dönersek, Jane Austen’ın çeşitli mecralara aktarılmaya doyulamayan eseri “Pride and Prejudice”in Isobel McArthur tarafından yazılmış Olivier ödüllü uyarlaması, “Gurur ve Önyargı (*gibi bir şey)”. Gibi bir şey, çünkü karakterler ve olay örgüsü aynı olmakla birlikte hikâye emekçi sınıfın; evin gizli yöneticileri diyebileceğimiz hizmetçi kadınların gözünden anlatılıyor. Erdem Avşar’ın çevirisi, Murat Daltaban’ın rejisiyle hayata geçirilen oyun bir DOT – BKM
Günümüz insanının yaş, cinsiyet, sosyal sınıf gibi faktörlerden bağımsız olarak birleştiği ortak duygusu / korkusu ne olabilir? Bana sanki cevap ‘yalnızlık’ gibi geliyor. Ne kadar kalabalıklar içinde yaşadığımız fark etmiyor. Attığımız her adım biraz ondan kaçmak için ve ne denersek deneyelim fazla da uzağa gidemiyoruz. İçine doğduğumuz aile, kurduğumuz ilişkiler, sevgililer, hiçbiri tam bir deva olamıyor bu derdimize. Aşkı arıyoruz, bulsak / bulduğumuzu sansak güvenemiyoruz, inanamıyoruz, bir türlü bir yere gönül rahatlığıyla ait olamıyoruz. Sanki herkes bize karşı.
Bütün bu koskoca dünyada tek başınalık, çaresizlik, güvensizlik ve korkular, korkular, korkular içinde sıkışıp kalan 30’lu yaşlarında bir genç kadının kendisini iyi etmesini umduğu terapi seanslarında savrulduğu daha da tekinsiz dünyayı anlatan bir oyun; “Fil Rüyası”. Daha önce öykü ve röportaj kitapları yayımlanan, çeşitli dergilerde yazan genç bir yazarın; Günsu Özkarar’ın ilk tiyatro oyunu. Galata
Türkiye prömiyerini İstanbul Film Festivali’nde yapan iki film vardı bu sene; gösterim günleri aynıydı, yapım şirketleri aynıydı, hatta hitap ettikleri jüri de aynı oldu. Vigo Film’in Sinan Kesova imzalı filmi “Büyük Kuşatma” Seyfi Teoman İlk Film Jürisi’nden En İyi İlk Film Ödülü’nü alırken Ozan Yoleri’nin “Başlangıçlar”ı yarışmadan mansiyonla ayrıldı.
İki filmin bir ortak yönünden daha söz edebiliriz belkiı; o da tamamen farklı kuşaklardan olmakla beraber bugünün Türkiyesi’nde aidiyet sorunu yaşayan aynı sınıftan iki karaktere dair olmalarıydı. “Büyük Kuşatma”nın Macit Bey’i Alp Öyken tarafından büyük bir başarıyla canlandırılan 80 yaşlarında varlıklı bir iş insanı iken “Başlangıçlar”da karşımızda Avrupa’da okumuş, Paris’teki doktorasını yarım bırakarak ülkeye dönmüş sanat restoratörü Defne (Ahsen Eroğlu) vardı.
Son derece özgün ve parlak bir film olarak bu yılın en iyileri arasında rahatlıkla sayacağım
Çok yaptığım bir şey değil, geçen gün hakkında neredeyse hiçbir şey bilmediğim bir oyuna gittim. Yönetmen (yönetmenlerden biri) başarılı oyuncu ve yönetmen Gülhan Kadim’di, Başıbozuk Tiyatro yapımı oyun Kumbaracı 50’deydi, bir de “tek kişilik çok sesli oyun”du, aşağı yukarı hepsi bu. Adı “Aramızdaki Mesafe”. Daha yerime otururken çalan şarkıyla (Shazam’a başvurdum hemen, “Padişahım” – Paptircem imiş, kaçırmışım bugüne kadar) iyi bir şey yaptığım hissine kapıldım, bittiğinde bundan emindim. Her şeyden önce farklı, ilginç ve genç bir iş izledim.
Oyunun tasarımı, metni, icrası ve Gülhan Kadim’le birlikte rejisi Bülent Gültekin’e ait. Seyirciyi ilk anda kavrayan bir sahne sempatisine sahip Gültekin. “Padişahım”ın sustuğu noktada elinde mikrofonla karşımıza gelip bize az sonra izleyeceğimiz oyunla ilgili ön bilgi veriyor. Varoluş krizlerinin onu oyunculuğu bırakma aşamasına getirdiği bir anda babaannesinin köydeki evinde kendisiyle aynı adı taşıyan amcasının