Ben Hümeyra ismini ilk kez bir plak kapağında görmüştüm. Ablam sayesinde benim de çok dinlediğim bir plak; “Anlatamıyorum” (1977). Dinlediğim hiçbir şeye benzemiyor, şarkı söylemek böyle bir şey mi, her bir kelime öyle bir dökülüyor ki ağzından, kelimeyi bilmesem bile duygusunu anlıyorum. Üzerinde blucinli gencecik bir kadın fotoğrafı var, o da hiç benzemiyor dergilerde gördüğüm ‘artist’lere. Orhan Veli’yle de Karacaoğlan’la da Cahit Sıtkı Tarancı’yla da Yahya Kemal Beyatlı’yı da ilk o şarkılarla tanımış oldum. Yani bir plak değil bir dünyadır, “Anlatamıyorum”la birlikte bana açılan.
Yıllar geçti, Hümeyra’yı pek çok kez sahnede izledim, filmlerde, dizilerde izledim, şarkıları ise hayatımın farklı dönemlerine yol arkadaşlığı yaptı hep. Hangi birini sayayım, neyse ki artık dijital platformlarda bulunuyor çağının hep önünde giden Hümeyra şarkıları. Onu bir zamanlar “Sessiz Gemi”yi söylemiş bir oyuncu olarak tanıyanları çok şaşırtacak bir
Ben uzun ve soğuk kışın bitip baharın gelmekte olduğunu her yıl İKSV’nin düzenlediği festivallerin sinyalleriyle hissetmeye başlıyorum. Hani birinci cemre, ikinci cemre benim için biraz film, müzik, caz diye gidiyor. Nisan geldi sayılır, 11’inde başlıyor film şenliği. Ama biz bu arada temmuz sıcağını ‘serinletmesini’ umduğumuz 32. İstanbul Caz Festivali’nin heyecanını yaşamaya başladık bile.
İlk üç günün programı ocak ayında duyurulmuş, açılışın 1 Temmuz akşamı altı Grammy, üç Latin Grammy ödüllü Kübalı piyanist, besteci, aranjör Chucho Valdes ile yapılacağını müjdelemişlerdi.
İkinci günün yıldızları Hermanos Guiterrez idi; yeniden yükselen Latin gitarın öncüsü kabul edilen Alejandro ve Estevan. Dün The Marmara Taksim’de düzenlenen basın toplantısında programı açıklayan festival direktörü Harun İzer, iki kardeşin Harbiye Açıkhava Tiyatrosu’nu sadece iki gitarla sarıp sarmalayacağının altını çizdi. Ama zaten Guiterrez’lerin müziğini dinlerken başka tek tını istemiyor insan.
O gün hiçbir şeyden haberi olmayan birisi Cemal Reşit Rey’in çıkışına gelseydi ne düşünürdü acaba… Hüzünlü ve mutlu bir kalabalık. Gözler çoğunlukla yaşlı ama yüzlerde heyecanlı bir gülümseme. Galiba en önemlisi insanlar birbirinin gözüne bakıyor. Hep bir ağızdan şarkı söylemenin böyle bir etkisi var, hep beraber bir şey yapmayı iyiden iyiye unutan insanlar üzerinde. Hele bu şarkı “Dostların arasındayız / Güneşin sofrasındayız” diyorsa. Hele yıllarca bu şarkıya ve o akşam dinlediğimiz bütün şiirlere ses veren insanın bize el sallayan silueti gözümüzün önündeyken.
Şiirler bir insanın sesine, bedenine ne kadar yakışabilirse o kadar yakışıyordu, Genco Erkal’a. Hele Nâzım Hikmet, hele Bertolt Brecht. Şiir dinlemeyi sevin sevmeyin, bir kere Genco Erkal’ı izlediyseniz sahnede, o şiirleri kendi kendinize okurken de onun sesi gelir kulağınıza. Ben hep üzülmüşümdür onu sahnede hiç izlememiş ve artık izleyemeyecek olanlar için, çünkü
Tiyatro izleyicisi olarak bir hissimi paylaşarak başlamak istiyorum söze: Kocaman salonların, büyük büyük paraların, bir dolu emek ve zamanın neden yapılmak istendiğini asla anlayamadığım oyunlara ayrılmasından sıkılmış durumdayım. Bir şatafat, bir görkem izleyip “Ne anlatmak istediniz, gerçekten bir şey anlatmak istediniz mi, bu konunun seyirciyi ilgilendireceğini nereden çıkardınız, kaldı ki sizi gerçekten ilgilendiriyor mu?” gibi sorular sormak isteyerek çıkıyorum salonlardan. Hani şart mı, neden tiyatro?
Sonra bir gün bir handan girip merdivenlerden inip kendimi oralara gizlenmiş bir salonda (Pax Sahne), girer girmez dekoruyla, ışığıyla çarpan, hatta dekor olduğunu unutturan bir sahnede buluyorum. Biraz sonra da oyunda olduğumu unutacağım zaten, iki genç oyuncunun seyirciyi de önüne katıp sürükleyen çok güçlü ve sahici duygusuna bırakacağım kendimi. Anlattıkları da benim, senin, bizim, bu ülkede büyümüş, bir kardeşi, bir abisi, bir ablası olmuş, onunla didişmiş, küsmüş, barışmış, kayıplar yaşamış, yas tutmuş, tutarken
Hayatın çoğu zaman kurgudan daha ilginç, daha şaşırtıcı olduğunu fark edişim ilk hangisiyle oldu emin değilim ama bir dönemim deli gibi biyografi okuyarak geçmişti. En nefesimi tutarak okuduklarımın başında da Milliyet Yayınları’ndan çıkan ciltli baskısıyla “Şakir Paşa Ailesi – Harika Çılgınlar” olmuştu. Yazan Şirin Devrim’di, yazdıkları ‘harika çılgınlar’ arasında Halikarnas Balıkçısı diye bildiğimiz Cevat Şakir Kabaağaçlı vardı, yazar, ressam, Türkiye’nin ilk resmi turist rehberi, ‘Bodrumlu Homeros’. “Harika Çılgınlar” ile benim için ete kemiğe bürünmüştü, annemlerin kütüphanesinde duran kitaplarını merak edip okumam ondan sonradır.
O kitapla etraflıca tanıdığım Fahrünnisa Zeid vardı. Kitabın yazarı Şirin Devrim’in de annesiydi. Soyut sanatın Türkiye’deki ilk temsilcilerinden, bütün dünyada tanınan önemli bir ressamdı. Kızı Şirin Devrim tiyatrocu, oğlu Nejad ressam.
Aliye Berger vardı, Türkiye’nin ilk oyma ve kazıma gravür sanatçılarından
Merve Dizdar’dan üniversite öğrencisi oldu mu olmadı mı yapay gündeminden yola çıkarak yazdığım yazıya gelen mesajlardan kadın oyuncuların bu yaş ayrımcılığından ne kadar dertli olduğunu bir kez daha görmüş olduk. Ki sürpriz değil elbette, yıllardır Türkiye sinemasını geçtim, dünyada da kadın oyuncuların derdi bu. Bir yaş geliyor (çok da erken geliyor üstelik), seni birdenbire başrolden alıp aile büyüğü cast’ına ışınlıyor. Onların da hikâyeleri olmuyor, malum, orta yaşlı bireylerin bu hayattaki varoluş sebebi gençlerin aşklarını meşklerini izlemek, onları onaylamak ya da itiraz etmektir. Hele kadınlarsa…
Buna karşılık erkeklerin yaşları büyüdükçe sevgililerini oynayan kadın oyuncularınki küçülüyor. 1976 tarihli “Taxi Driver” filminden 48 yıl sonra 2024 Oscar’larında bir araya gelen Robert de Niro ile Jodie Foster için yapılan “48 yıl önce kızını oynayacak kadar küçüktü, şimdi sevgilisini oynamak için 20 yaş yaşlı” esprisi bayağı gerçeği yansıtıyor
Takip edebildiğim kadarıyla bu haftanın en eğlenilen (hatta ortada başka dert yokmuş gibi eleştirilen) konusu “Kral Kaybederse” dizisinde Merve Dizdar’ın üniversite öğrencisi Fadi’yi oynaması oldu. Kendisi 38 yaşındaymış, Fadi de işte olsa olsa 20’lerinin başında olmalı. “Nasıl olur, olmuş mu, yakışmış mı? Flaş flaş flaş, Fadi kaç yaşındaymış meğer… Genç oyuncu mu bulamadılar? Nebahat Çehre verseydik bari” vs.
Olacak iş değil, ben de şaşırdım gerçekten. Kadın oyuncu dediğin kişi 18-25 yaş aralığında aktif olan bir canlıdır. 25’i geçince anne olur, 40’a geldi mi evinde oturup anneanne rollerini beklemeye başlar. Erkek meslektaşlarının jönlük yaşınınsa üst sınırı yoktur. Kendileri 50’lerinde kariyerlerinin zirvesinde gezinirken partnerleri 20’den gün almamış olmalıdır.
Bütün bu kurallar çerçevesinde başrollerden birinin hayatının ve kariyerinin en parlak noktasına ulaşmış yetenekli, deneyimli (ve kabul etmekte zorlansak da ödüllü) bir oyuncuya emanet edilmesi insanı şaşırtıyor.
Söz konusu kadın olduğunda
Geçtiğimiz hafta, hastane koridorlarında bir zaman geçirmem gerekti. Kimsenin şart değilse gezmek isteyeceği yerler değil, içiniz yaşam sevinciyle dolmaz genelde hastanelerde. Fakat bu sefer farklı oldu, bir noktada karşıma rengârenk bir koridor çıktı. Vitray tekniğiyle yapılmış cıvıl cıvıl resimler asılı, camın önünde boydan boya… Renk renk kediler köpekler var, mavi bir köpek balığı, güler yüzlü bir araba, tek boynuzlu bir at, şirinlik muskası bir Harry Potter, neler neler… Sanki bir masal âlemine ulaştım.
Yanlarında da birbirinden mutlu çocuk fotoğrafları asılı, ellerinde ya camda gördüğümüz resmin orijinal çizimi ya da oyuncak hâli. Birer de QR kod, dilersen hikâyeyi YouTube videolarından izleyebilirsin. Onların gözünden bakabilirsin. Serginin adı “Benim Gözümden Bak!”. Alt başlığı “Arkadaşım Diyabet”.
Koç Üniversitesi Hastanesi’nin ziyaretçileri Tip 1 diyabetle yaşayan çocukların deneyimleriyle tanıştırma (Türkiye’de 27-30 bin arası diyabetli çocuk