Geçtiğimiz tiyatro sezonunu, bir dolu iyi oyun görüp, ‘bir o kadarına da yetişemedim’ telaşıyla kapattıktan sonra, sonbaharın gelişinden bazı beklentilerim var. Bunu tiyatroyla münasebetini lise yılarında bırakmış arkadaşlarıma söylediğimde, çok inandırıcı olamadığımın farkındayım ama tiyatromuz her şeye rağmen parlak işler çıkardığı bir dönem yaşıyor. Evet her şeye; salon sorununa, kaynak eksikliğine, aklınıza gelen gelmeyen bin türlü yoksunluğa çare üretilerek çıkıyor bu oyunlar. Dolayısıyla heyecanla beklemekteyim perdelerin açılmasını.
- Misal, Kumbaracı50, dört oyun birden çalışıyor şu anda. Bunların üçünü, yaptığı her şeyi heyecanla beklediğimiz Yiğit Sertdemir sahneye koyuyor. Konservatuvardaki öğrencileriyle sahnelediği ‘Hayvan Çiftliği’ (Orwell) geçtiğimiz yıl dillere destan olmuştu, şimdi aynı oyunu D22 ile ortak yapım olarak hazırlıyorlar.
Altıdan Sonra Tiyatro ve D22’den 15 oyuncu oynuyor, Napolyon rolünde Berkay Ateş var.
- Shakespeare’in ‘III. Richard’ı, Tardieu kısa oyunlarından yola çıkan ‘Filifu’nun İntikamı’ ve İsveçli yazar Per Olov Enquist’in Yaman Ö. Erzurumlu rejisiyle sahnelenecek ‘Vahşi Kedinin Saati’, bu yılın diğer yenileri.
- Geçtiğimiz
Düşünmeye çalıştıkça aklımı oynatacak gibi oluyorum. 25 bıçak darbesi. Beş yaşında bir bedene saplanan 25 bıçak! Beş yaş!
Suriyeli Hacderviş ailesi üç yıl önce kaçıp gelmiş memleketimize. Çocuklarına savaştan uzak, güvende olabilecekleri bir hayat vermek için. Belki yoksul bir ama hiç değilse hayatta olacakları ve bir gelecek umudu barındıran bir seçenek sunmak için.
Mersin’in Erdemli ilçesine bağlı Kızkalesi’ne yerleşmişler. Ailenin en küçük çocuğu Muhammed su satıyor sokakta. O “Geldiler, ülkemizi mahvettiler, bizim olanaklarımızdan faydalanıp yan gelip yatıyorlar” dediğimiz insanların “faydalandığı olanaklar” bunlar yani. Yarı aç yarı tok, yetmezmiş gibi tekinsiz. Savaştan daha acımasız. Orada bile özellikle hedef alınıp tek tek öldürülmez çocuklar. Burada oluyor.
Beş yaşındaki Muhammed -defalarca tekrarlamak istiyorum yaşını, kâbus gibi kafamıza kazınsın diye- 18 Eylül akşamı dönmüyor eve. Dönemiyor. Ertesi gün bir iş yerinin duşakabininde bulunuyor bedeni. 25 kez bıçaklanmış olarak. Bir hayal etmeye çalışın; nasıl tehlikeli bir halle, nasıl bir kin, nefret, düşmanlık ve öfkeyle karşı karşıya olduğumuzu.
Savaştan kaçıp ülkemize sığınan Suriyelilere karşı davranış biçimimiz bizim
Yaklaşık bir hafta on gündür sosyal medyada akademisyen Özlem Kumrular’ın yaşadığı apartmandan alıp barınağa götürerek evinden uzakta ölmesine neden olduğu 17 yaşındaki Çıtır köpeğin hikayesini izliyoruz.
Aslına bakarsanız tam köpeğin hikayesini değil de, Özlem Kumrular’ın ne büyük bir canavar olduğunu. Hakaretler, beddualar, tehditler derken, Kumrular’ın Bahçeşehir Üniversitesi’ndeki görevinden istifa etmesine vardı iş. Açıkçası bana da bu kadarı fazla ve ürkütücü geldi.
Yanlış anlaşılmasını istemem, Özlem hanımın yaptığını savunacak değilim. Koku yapıyor, tüyü uçuyor, salyası akıyor diye bir hayvanı ölüme terk etmenin ya da araba bagajına koyup yabancı birilerine teslim etmenin benim vicdan anlayışımda yeri yok. Hayvanlar üzerinde bu tür haklarımız olduğuna da inanmıyorum üstelik.
Ama artık hiçbir şeyin aslını bilmeden birinin üzerine çullanma hızımız ve bu sırada kullandığımız orantısız şiddet beni ürkütüyor. Kimsenin “Özlem hanım da şöyle diyor, aslında olay öyle değil de böyleymiş” gibi bir cümleyi ikinci kelimesine kadar dinlemeye tahammülü yok. Dolayısıyla öğrenemiyoruz da tam niyetini.
Tek bildiğim, ülkemiz sınırları dahilinde bir canlıya karşı işlenmiş en büyük suçun arabaya
Yaptığımız işin, yaşadığımız hayatın, seçtiğimiz yolun amma sarp ve dikenli, aşılmaz engellerle dolu olduğunu, bizim her gün dağları delmek zorunda kaldığımızı anlatmayı ne çok seviyoruz. “Sormayın, bizim işimiz çok zor”.
Hele sana bunu medyada dile getirme fırsatı veren bir iş yapıyorsan. O film ne güçlüklerle çekilir, o oyun nasıl mücadelelerle çıkar, o setlerin, salonların dili olsa da söylese. Onların yok, biz söyleyelim o zaman.
Hayır, nesi zor? Ya da hangisi kolay? Doktorluk mu kolay? Mühendislik mi, avukatlık mı? Eğer sevmediğin bir işi yapmaya mecbur değilsen hayatını sürdürmek için, çünkü o sahiden zor, eğer seçtiğin işi yapabiliyorsan, hangisi diğerinden daha zor?
Türk Film Festivali için gittiğimiz güzelim şehir Prizren’de, oranın kültür hayatının göz bebeği DokuFest’in merkezi DokuKino’da Çağan Irmak’ın söyleşisini dinlemekteyim. O bildik “Bu iş zor” ön kabulü, gelen sorularda da var. Bekleniyor ki Çağan Irmak biraz maddi koşullardan, biraz yaratım sancılarından söz etsin. “Rağmen” sinema yapmanın kutsalığından dem vursun.
Fakat öyle olmuyor; “Ben hiçbir şeyden şikayet edemem” diye giriyor söze. “Edersem Allah beni taş eder, ben hayalleri gerçekleşmiş bir çocuğum.
O bakışı siz de hatırlıyorsunuz değil mi? Gazete sayfalarından bize bakan kadının gözlerini. Bir kadın polisin kolunda götürülürken dönüp objektifin ta içine bakmış. Aslında bizim gözlerimizin içine.
Son derece kararlı ve dimdik bakışlar ama dikkat ederseniz belli belirsiz bir gülümseme, bir rahatlama da fark edebilirsiniz içinde. Aylarca süren işkenceye kendi eliyle son vermiş olmanın rahatlığını. Bir de ikiyüzlü adaletimizi yüzümüze vurmanın.
Nevin Yıldırım, Isparta’nın Yalvaç ilçesi Korukaya köyünde yaşayan 28 yaşında, iki çocuklu bir kadındı. Medyanın çok sevdiği tabirle “kesik baş cinayetinin” faili. 28 Ağustos 2012 günü kendisine ocak ayından beri silah zoruyla tecavüz eden adamı av tüfeğiyle öldürmüş, kafasını kesip köy meydanına atarak “İşte namusumla oynayanın kellesi, benim arkamdan konuşmayın” diye olan biteni bilen, göz yuman, dedikodusunu yapan konu komşu, eş dost, akraba kim varsa hepsine meydan okumuştu. Tecavüzcüsünden beş aylık hamileydi.
Nevin Yıldırım, “canavarca hislerle adam öldürme” suçuyla yargılandı. 2015’te iddianamedeki “canavarca hisle” ibaresi yerini “tasarlayarak, kasten adam öldürme”ye bıraktı. Nevin Yıldırım müebbet hapse mahkûm oldu.
Yalvaç
Yıl 2007, yer Kosova’nın Prizren şehri. Balkanların ikinci en büyük açık hava sineması olarak 1952’den Kosova savaşına kadar hizmet veren Lumbardhi Sineması yıkılma tehlikesiyle karşı karşıya. Prizren Belediye başkanı bu tarihi kültür merkezini otopark olmak üzere özelleştirmeye açmaya karar vermiş. Son derece bildik bir tema.
Fakat ne oluyor, biliyor musunuz? Lumbardhi Sineması’nı Koruma Girişimi adı altında toplanan 58 sivil toplum kuruluşu devreye girip sinemayı yıkımdan ve özelleştirmeden kurtarıyorlar. Şaşırtıcı değil mi, imza kampanyasıyla bir sinemanın kurtarılabilmesi?
Tabii imzayla yetinmiyor, sinemanın geleceğini garantiye alacak bir vakıf da kuruyorlar. Türkiye’den SALT ve İKSV’nin de desteklediği Lumbardhi Vakfı sonunda sinemayı ulusal miras listesine aldırmayı başarıyor.
Aradan 10 yıl geçiyor. Tarih 8 Eylül 2017, restore edilen Lumbardhi Sineması, Prizren’in ilk Türk Film Festivali’nin açılışına sahne oluyor. Bu tarihi sinemadaki tarihi buluşmanın mimarı gencecik bir kadın; Prizren’in ilk Türkiye başkonsolosu Selen Evcit. Daha önceki görev yeri olan Paris’te düzenlenen Türk Filmleri Festivali’nden ilham alan Evcit, ikinci yılını doldurduğu Prizren’e kalıcı bir veda
Bir süredir İstanbul’un aslında eş zamanlı olarak dünyanın pek çok şehrinin de duvarlarında “İyi bir komşu” ile başlayan soru cümleleri dikkatinizi çekiyor olsa gerek: “İyi bir komşu size hastayken yemek yapar mı?” “İyi bir komşu komşu bir ülkeden midir?” “İyi bir komşu yanı başınızdaki evsiz adam mıdır?” “İyi bir komşu korkmadığınız bir yabancı mıdır?”
Kim soruyor, neden soruyor bunları? Çünkü haftaya başlayacak 15. İstanbul Bienali’nin küratörleri Elmgreen & Dragset bu yılın temasını “iyi bir komşu” olarak belirlemiş.
Benim gibi çocukken korktuğunda, üzüldüğünde, hastalandığında orada her daim açık bir komşu kapısı bulanlar için burun direği sızlatan bir tema. Biz yemek pişirirken tencere kapağını ödünç alabildiğin, annen işteyken okul dönüşü kendi evinmiş gibi karşı kapıyı çalıp yeni pişmiş kekle karşılandığın komşularla büyüdük, şanslıymışız.
Ama işler çocuk gözüne göründüğü kadar toz pembe miydi gerçekten?
Tamam, bugünkü gibi apartman kapısında karşılaşıp hangi daireye gittiğini bilmediğin, seninle ancak bir şikâyeti olduğunda muhatap olan yabancı değildi komşu. Ama dilin, dinin, ırkın, etnik kökenin, milliyetin nedeniyle sana düşman olan kişi olacağı ise aklının ucundan geçer
Ülkemizdeki hoşa gitmeyen konuları örtbas etme eğiliminin sınırı yok gerçekten. Yapılan, edilen hiçbir şey rahatsızlık vermiyor, bunların söylenmesi infial yaratıyor. Tacizlere, tecavüzlere, kadın cinayetlerine kimsenin sesi çıkmıyor misal, birisi rakam telaffuz etmeye kalktı mı kıyamet kopuyor, “Vay efendim biz tacizci miyiz, bize tecavüzcü mü dedin sen?” Bu kadar ama, aksini ispat etmeye çalışmak yok, köpürmek ve inkar etmek var.
Hürriyet yazarı Melis Alphan, bir araştırmaya; Türkiye Kadın Dernekleri Federasyonu’nun il il dolaşarak hazırladığı Türkiye Ensest Atlası’na dayanarak bir yazı yazdı. “Türkiye’de ensest oranı yüzde 40, bununla yüzleşmeye hazır mısınız?” dedi. O derece değiliz ki, bir an durup düşünmek yerine hep birlikte bu bilgiyi aktaran insanın üzerine çullanmayı seçtik.
Elbette karşı argümanlarla, istatistiklerle, “Biz de şöyle bir araştırma yaptırdık efendim, oran sizin dediğiniz gibi değil, aslında şudur”larla değil. “Bize sapık dedi bu kadın, özür dilesin”lerle.
Efendim, öncelikle siz neden üzerinize alındınız kişisel olarak? Ondan sonra, ensestin büyük bir yara olduğu konusunda hemfikir değil miyiz? Yaşayanlarda ömür boyu sürecek travmalar yaratan, kurbanlarının