Barınaktan saraya

31 Ağustos 2017

Kırmızı tasması, ışıldayan tüyleriyle son derece havalı, simsiyah bir köpek. Adı Nemo imiş. Jules Verne’in “Denizler Altında Yirmi Bin Fersah”ındaki denizaltıyı komuta eden kaptan Nemo’dan alıyor ismini. Üzerinde de sahici bir komutan edası var zaten.

Nemo, Elysée Sarayı’nın yeni köpeği. Emmanuel ve Brigitte Macron tarafıdan sahiplenilmiş. 1969’da cumhurbaşkanı olan George Pompidou’dan beri devam eden bir gelenek bu. Fransa cumhurbaşkanları saraya mutlaka en az bir adet dört ayaklı arkadaş getiriyor. Valéry Giscard-d’Estaing’e resepsiyonlarda, çalışma odasında, Noel partilerinde eşlik eden av köpeği Jugurtha mesela, en ünlülerinden biri.

İki yaşında bir labrador olan Nemo da şimdilik en popüleri. Emmanuel Macron’un Afrika’dan Avrupa’ya göç temalı zirveye katılan Nijer Cumhurbaşkanı Mahamadou Issoufou’yu karşıladığı görüntülerin ilgi odağı, basının ve sosyal medyanın gözdesi, merdivenlerde gururlu bir ev sahibi olarak dikilen Nemo oldu. Kim derdi ki bir ay önce barınaktaydı.

Bizdeki durumu düşününce insan özenmiyor değil. Mümkünse evlerimizi hayvanlarla paylaşmayalım, sokaktakileri ölü ya da diri, uzaklaştıralım; ya zehirletelim ya barınağa yollayalım, barınaklardakileri zaten

Yazının Devamı

Diyojen’i evinden kovmak

28 Ağustos 2017

Bazen çok etkileniyorum; memleketin, dünyanın türlü türlü derdi var, bir grup insan kalkıyor vaktini, enerjisini bazen bir Noel Baba’yı, bazen de 25 asır önce yaşamış Diyojen’i protesto etmeye vakfediyor.

Neymiş, Sinop’un girişinde heykeli varmış, bu Erbakan Vakfı Sinop İl Temsilcisi’ni rahatsız ediyormuş. Basbayağı basın açıklaması yapıyorlar önünde. “Biz” diyorlar, “Sanata ve heykellere karşı değiliz”. İşte bu güzel haber. Peki neye karşılar? “Heykelin arkasına sığınarak Yunan felsefesini, Yunan ideolojisini Sinop’a yapıştırmalarına”.

Çok rica ediyorum, Yunan ideolojisinden kastınız ne, nasıl yapıştırılır bu bir şehrin üzerine? Sinoplular topluca Diyojen’in fikirlerini benimseyip fıçıda yaşamaya mı başladılar? Yıllardır Türkiye’nin mutluluk düzeyi en yüksek şehri seçilmelerinin nedeni bu mu? Nesi rahatsız ediyor tam olarak?

Kaldı ki, hiçbirimizin dedelerinin dedelerini dedeleri hayatta yokken, M.Ö. 412 yılında o topraklarda dünyaya gözünü açmış bir adam, Diyojen. “Sinoplu Diyojen” olarak da biliniyor. Buradan çıkmış, ölümsüzleşmiş, çağları ve sınırları aşmış bir düşünür. Başkası olsa gurur duyar “Diyojen hemşehrimiz” diye. Hadi onu beceremiyoruz, izlerini silmeye kalkışmak gibi

Yazının Devamı

Bambaşka bir Gündoğarken

25 Ağustos 2017

Dokuz yıl geçmiş, ‘Hayat Bu’nun üzerinden. Gündoğarken’in çıkardığı son albüm. Dokuz yılda neler oldu hayatta, ne mutluluklar ne acılar yaşandı ve karşımıza Ada Müzik etiketli yepyeni bir Gündoğarken albümü olarak çıktı: ‘Özlemişim’.

Şunu baştan söylemem lazım; özellikle Gündoğarken deyince aklına Ege kıyıları ve buzuki nağmeleri gelenler için ciddi şekilde ezber bozan bir albüm, ‘Özlemişim’. Tabii gene buzuki var ama kendilerinin de albüm kartonetinde belirttikleri gibi trompet ve gitar ağırlıklı sololar, bu albümün en fark edilir özelliği.

Düzenlemeler, tek bir aranjöre emanet edilmemiş, albüme emeği geçen bütün müzisyenlerin - ki onları hemen sayalım: Murat Güner (akustik gitar, elektrik gitar), Cem Aksel (davul), Ece Cengiz (trompet) Arıkan Sırakaya (davul), Mert Önal (cajon, davul, perküsyon), Orhan Deniz (bas gitar), Burhan Şeşen (klasik gitar), Gökhan Şeşen (buzuki, ağız armonikası, mandolin) - ortak fikirleriyle oluşturulmuş. Kayıtları Fuat Saka ve Barbaros Görkem yapmış.

Şarkıların sekiz tanesinde Burhan Şeşen’in, iki tanesinde Gökhan Şeşen’in imzası var. Bir de daha önce ‘Metin Altıok Şiirlerinden Şarkılar’ albümünde seslendirdikleri müthiş ‘Geriye Kalan’ ki o da

Yazının Devamı

Hande’lerin kaderi değişmesin mi?

24 Ağustos 2017

Görünce içime nasıl su serpilmişti; “Nihayet iyi bir haber” demiştim. Boğaziçi Üniversitesi LGBTİ+ Çalışmaları Kulübü (BÜLGBTİ+), Boğaziçi Üniversitesi Vakfı (BÜVAK) iş birliğiyle Hande Kader Bursu başlatmıştı.

Kimdi Hande Kader?

Geçen yıl bu zamanlardı adını ilk kez duyduğumuzda. Aslında adını da duymadık da; “Bir trans kadın daha katledildi” başlıklarını gördük. Çeteleye bir rakam daha eklenmişti. İstanbul’da, Zekeriyaköy’de ormanlık bir alanda bulunmuştu. Birden fazla kişinin tecavüzüne uğramış, işkence görmüş ve yakılarak öldürülmüştü. Yakılarak! Hani “Daha ne kadar vahşi olabiliriz?”in nihai bir cevabı yok maalesef.

Peki, yer yerinden oynadı mı? Hayır. Zira o “Bir trans kadın daha” idi.

Onur Yürüyüşü’nde kameralara haykıran yüzünü gördük sonra: “Çekiyorsunuz ama yayınlamıyorsunuz. Sesimizi kimse duymuyor!” diyordu gözyaşları içinde. O görüntü çakıldı kaldı izleyenlerin zihninde.

İç dağlayan bu cümlelerini kayda düşmüş, sesini duyuramadan çekip gitmişti. 23 yaşında. Adı Hande Kader’di. Kaderi bu ülkenin ikiyüzlü ahlak anlayışına tosladığı için başka iş bulamamış, seks işçiliğine mecbur kalmıştı. O yüzden biz pek de etkilenmedik bu gidişten. Ne de olsa gazete köşelerinde “Su testisi

Yazının Devamı

Kardeşler arasında ayrım yapmayalım

21 Ağustos 2017

Sakarya’da hamile bir Suriyeli kadının çocuğu ile birlikte katledilmesi herhalde memleketin gelmiş geçmiş en büyük yüz karalarından biriydi. İnsan, en yırtıcı hayvanın olamayacağı kadar vahşi, kötü, tehlikeli olabiliyordu, bilmediğimiz şey değil de, görmüş olduk bir daha.

O zaman, medyada Suriyelilere karşı kullanılan dil de bir kez daha sorgulanmıştı. Sen haberlerinde sürekli “Suriyeliler geldi, orada kavga koptu, burada hırsızlık arttı, mahallede huzur kalmadı” algısını körükleyecek bir dil kullanırsan, sonra “Ne bu Suriyeli nefreti?” diye sorma hakkın olmazdı.

Hatta “Allah allah, bu toplum neden bölündü, kutuplaştı bu kadar?” sorusunun yanıtını da genel olarak o yaygın nefret dilinde aramak yerinde olurdu.

O cinayetin ardından, 180 gazeteci ve akademisyen Medyada Irkçılık ve Ayrımcılıkla Mücadele İnisiyatifi adı altında bir bildiri yayınladı. TRT’den, Ülke TV’den, Sabah’tan, Habertürk’ten, Anadolu Ajansı’ndan, Takvim’den, Türkiye gazetesinden, Kanal 7’den, Yeni Şafak’tan meslektaşlarımız var imzalayanlar arasında.

Bildirinin neredeyse her kelimesinin altına imzamı atarım, haberim olsa atardım da. “Toplumsal kutuplaşmaya hizmet eden bir dil ‘habercilik’ değildir.” diyorlar, yerden

Yazının Devamı

YAŞASIN KIZ KARDEŞLER

18 Ağustos 2017

Hemen yan kapınızda kıyametler kopar, siz televizyonun sesini açarsınız. Adam karısını dövüyordur, duyarsınız, kılınız kıpırdamaz. Sokakta adamın birinin bir kadını kolundan tutup sürüklediğini görürsünüz, kocasıdır diye düşünür başınızı çevirirsiniz. “Aile işine karışılmaz” çünkü...

Aile böyle lanetli bir hapishanedir aynı zamanda, içeride olana müdahale edilmez. “Sen kimsin?” derler, “İşine bak sen”. Orada kadının gördüğü zulmün senin işin olmadığı konusunda sessiz bir anlaşma vardır. Herkes kendi işine baksın, herkes kendi hesabına eziyet çeksin, düzen böyledir.

Ama işte bazen birileri ‘üzerine vazife olmadığı söylenen’ işlere burunlarını sokarlar ve bu hayat kurtarır. Dün sosyal medyada içimizi ısıtan bir video izledik. Aslında sevimli bir görüntü değildi, olay İstanbul Tuzla’da geçiyordu; gene bir erkek, öfkeli bir koca, karısını zorla arabaya sokmaya, kucağından çocuğunu almaya çalışıyor, kadın çığlıklar atıyordu.

Zabıtanın işi değil...

Birden ortaya bir kadın çıktı, cengaver gibi araya girip adamla mücadele etmeye başladı. Sonradan öğreniyoruz ki, adı Haspiye Günaçlı ve çığlıkları duyunca kadının yanına gidip “Senin için ne yapabilirim?” diye sormuş. “Çocuğumu benden almaya

Yazının Devamı

Bekçilerin dönüşü muhteşem oldu

17 Ağustos 2017

Edebiyatımızın aklıma ilk anda gelen iki ünlü bekçisi var: Biri Murtaza, biri Zülfikar. Takdir edersiniz ki ikisinin de imajları hoş değil. Orhan Kemal’in Murtaza’sı kraldan çok kralcı, kendi kızının ölümüne neden olacak kadar işgüzar, katı bir vazife adamı.

Haldun Taner’in “Ayışığında Çalışkur”undaki Zülfikar, kendisi gizli gizli kapıcının karısının evine girip çıkarken parkta gördüğü iki sevgiliyi ‘uygunsuz’ bulup karakola götüren bir ikiyüzlü ahlak bekçisi. İkisi de elindeki gücü hazmedemeyip kötüye kullanıyor, ikisinin de zulmü en çok kadınlara işliyor. Bekçilik müessesesi tarihe karışmışken de ibretle hatta gülerek okunuyorlar.

Şimdi bu görsel olarak da kafamızda Kemal Sunal, Müşfik Kenter, Müjdat Gezen gibi yüzlerle özdeşleşen ‘nostaljik’ karakter geri dönmüş durumda.

Gün itibarıyla, 386 adet bekçi, ‘Gece Kartalları’ afili ismiyle İstanbul’un mahallelerinde - sokaklarında yerlerini almış bulunuyorlar. Bunlar, 8 Şubat’tan itibaren İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne müracaat eden 8.320 kişi arasından seçilmiş, dolayısıyla taş çatlasa dört beş aylık bir eğitimle göreve getirilmiş durumdalar. Özel harekât polislerinden silah kullanmayı öğrenmiş, polislerle aynı yetkilerle donatılmış

Yazının Devamı

Caretta’nın psikolojisi domuzun istilası

14 Ağustos 2017

Dün gene masum insanoğluna yönelik ‘korkunç’ tehditlerden iki örnek vardı haber sitelerinde: “Bodrum’daki agresif caretta caretta yine saldırmıştı” bir, “Lüks siteye yine domuzlar inmişti”, iki. Buradaki ‘yine’lere dikkat, belli ki sabırlar taşmak üzere. Nedir efendim bu sakin sessiz evlerinde yaşamakta olan insanların ‘vahşi’ hayvanlardan çektiği?

Birinci haberdeki ‘saldırgan caretta caretta’, Orak adasında ikamet etmekte. Denizi kendi evi zanneden, yerlerin ve göklerin asıl hakimi olan insan karşısında eğileceğine agresifleşen, hadsiz bir hayvan belli ki. Çünkü Bodrum Denizciler Derneği Başkanı Mustafa Demiröz, yıllardır bu hayvanın tavırlarıyla ilgili şikayetler aldıklarını anlatıyor. Üzerinde deniz kabuğu gibi bir işaret varmış, herkes aynı caretta caretta’yı tarif ediyormuş, ısırıyormuş insancıkları.

En sonunda “caretta caretta’nın saldırgan tavırlar sergilediğine dair artan ihbarlar” üzerine Demiröz bölgeye gidip deniz kaplumbağasını izlemeye başlamış. Bir süre birlikte yüzmüş, fotoğraflarını çekmiş, sonra birden o da diğer kurbanlar gibi saldırıya uğramış. “Psikolojisi bozulmuş” hayvanın, öyle diyor.

Konu saldırganlıktan açılmışken, siz sözde koruma altında olan caretta

Yazının Devamı