Gün geçmiyor ki yeni bir kadına uygulanan şiddet görüntüsüyle karşı karşıya kalmayalım. Çıta da sürekli yükseliyor üstelik. Son izlediğimiz görüntüler, Ağrı’nın Patnos ilçesine bağlı Andaçlı köyündendi. Bir koca, karısına bebeklerinin dışkısını yedirmeye çalışıyor, bir yandan da marifetini cep telefonuyla çekiyordu.
Herhalde bu unutulmaz hatıranın sosyal medyaya düşüp başına bela açacağını tahmin etmiyordu. Aslında sorun şu ki, yaptıklarının zaten başına bela açacak şeyler olduğuna inanmıyordu. Pek çok dayakçı ve işkenceci koca gibi. Bir dakika, karı onun karısı olduğuna göre eller ne karışacaktı?
O işkenceden bir süre sonra iki küçük çocuğunu geride bırakarak baba evine kaçan Cansu Ş.’nin Habertürk’e anlattıkları tam da bunu doğruluyor. Daha 20 yaşında gencecik bir kadın, ilkokul mezunu ve “oraların adetine” göre yaşı geldiği için görücü usulüyle evlendirildiği günden beri eziyet görüyor. İlk dayağını gelinliğiyle yemiş. Üzerinde sigara mı söndürülmemiş, sopayla mı dövülmemiş, neler neler.
Kocanın bir izahı da var kendince; “Sen benim, ailemin kölesisin” diyor. Beraber yaşadıkları aile de aynı fikirde olmalı ki gözlerinin önünde yaşanan vahşete karşı çıkmak şöyle dursun, oğullarını
Daha önce çok ‘gitmesek de görmesek de’ bizim kabul ettiğimiz, kapısından geçmesek de orada dursun istediğimiz tiyatro, sinema, kitapçı ve muhallebici ile aynı akıbeti yaşamak üzereydi iki hafta önce Beyoğlu Sineması.
Biz bu filmi defalarca görmüştük. “Falanca yer kapanıyormuş” denmişti, birden içimiz cız etmişti, orada gördüğümüz ilk film, elini tuttuğumuz ilk kız falan gelmişti aklımıza. Lanet olsun, bir şey de hatıralarımızdaki gibi kalamaz mıydı?
Hemen geçtik klavye başına, bir methiye gönderdik anılarımızın sinemasına. Kapanıyordu şimdi işte borçları yüzünden... Biz meğer onu çok sevip de kapanırsa kahrolacakken ayda bir kere bilet alıp kapısından girmediğimiz için kapanıyordu.
Sonra gene bizim gibi yıllardır Beyoğlu Sineması’na uğramayan ama İnci’nin profiterolünü yemeden kötü olduğunu bildikleri gibi burada da koltukların rahatsızlığını, perdenin kötülüğünü, salonun kokusunu bilenler girdi devreye. Hayır, gerekli konfor vardı da onlar mı gitmiyordu? Fakat bu sefer ilginç bir şey daha oldu; “Ah Beyoğlu Sineması Vah Beyoğlu Sineması” ağıtlarıyla “Ama canım onlar da kapanmayı hak etti” korosu sosyal medyada çarpışırken, birileri “Bir dakika, durumu düzeltmek için çok mu geç
Ben anlamıyorum ki, şart mı; ille tarihi, kültürel, doğal olarak koruma altında olan alanlarda yemek, içmek, eğlenmek zorunda mıyız? Yani Efes’in Roma döneminden beri ayakta kalan muhteşem Celsus Kütüphanesi’nin merdivenlerine yuvarlak masalar ve beyaz kılıflar giydirilmiş sandalyeler koymazsak içimiz rahat etmiyor mu?
Önce “Efes’te sünnet düğünü düzenleniyor” diye çıktı haberler, sosyal medya her zamanki gibi ayaklandı. Efes Antik Kenti’nin meziyetleri sayılıp döküldü, UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde olduğu da hatırlatıldı ki konu ciddiye alınsın, yoksa “Ne var canım iki göbecikten ne çıkar, mermerler, mi aşınır?” denebilirdi.
Neticede İzmir İl Kültür ve Turizm Müdür Vekili Kaan Erge, DHA’ya bir açıklama yaparak “Sünnet düğünü yapmıyoruz” dedi; “Düğün, nişan da yok.”
Ne var peki? “Ziyaret saatleri dışında turizm amaçlı etkinlikler”. Yani? Turist gruplarına toplu yemekler. Misal o sosyal medyada dolaşan görüntüler bir cruise gemisinin yemeğindenmiş. Sahnede de klasik müzik icra edilmekte.
İyi de insanların derdi orada çiftler dünyaevine girmesin ya da paşa oğullarımız erkekliğe ilk adımı atmasın değildi ki. Bu mutluluklarda gözümüz yok. Çalanın klasik müzik olması da durumu
Baktığınız zaman en gergin sinirleri bile gevşetecek, en karamsar ruhları şenlendirecek bir renk cümbüşü; gökkuşağı. Çocukluğumuzdan beri bayılmaz mıyız? Yağmur yağarken “Aynı anda bir güneş çıksa da şu gökyüzü şenlense” diye düşünmemiş, koşarak onun altından geçmeyi hayal etmemiş çocuk var mıdır? Ya da ışık kırıcı prizmaları güneşe tutup sarıların, morların, mavilerin arz-ı endam etmesini beklememiş?
Adeta doğanın akıl sır erdirilememiş mucizelerinden biridir. Yani bilimsel açıklamaları olduğunu biliyorum tabii de, o muhafaza etmemeyi marifet saydığımız çocuk gözleriyle bakıldığı zaman, yağmur damlaları arasından mavi gökte beliriveren renklerden daha büyüleyici ne var?
Yine aynı çocuk gözleriyle bakmayı becerebilsek herhalde insanları da daha az kategoriye ayıracağız. Dilleri, dinleri, ırkları, cinsel yönelimleri bizi ilgilendirmeyecek.
‘70’li yıllarda gay politikacı Harvey Milk’in yanında eşcinsel hakları için mücadele eden Amerikalı asker Gilbert Baker, gökkuşağından yola çıkarak bir bayrak tasarlamış, 1978’den beri de bu LGBTİ mücadelesi için bir sembol. Yaratıcısının renklere yüklediği anlamlarla bakarsak; doğanın, hayatın, ruhun, sanatın, uyumun sembolü. İnsanların bütün
Bir dilin kaybolması nasıl bir şeydir, hiç düşündünüz mü? Anneniz bir dil konuşuyor, bugün siz çat pat konuşuyorsunuz, sizin çocuklarınız anlamıyor bile. Bir dil konuşuyor derken, anadilinden söz ediyorum tabii. Doğal olarak sizin de “anadilinizden”.
Ladino dili (Judeo Espanyol) böyle bir dil.
1492’de İber Yarımadası’ndan Osmanlı topraklarına göç eden Yahudiler, asırlarca korudukları dillerini, ‘60’lı yıllarda yavaş yavaş terk etmeye başlamışlar. Çocukluğu, ergenliği o yıllara denk gelen Sefarad Yahudileri, anne babalarının konuştuğu dilden utanır olmuş. “Vatandaş Türkçe Konuş!”ların meyvelerini verdiği günler.
İşte o annesi konuşurken utanan kız çocuklarından biri büyüdü, o kendi kuşağının küçümsediği, sokakta alay konusu olan dilin ve beraberinde yok olmaya yüz tutan mutfağın peşine düşüp bir belgesel çekti: ‘Kaybolan Bir Dil, Kaybolan Bir Mutfak’.
Gazeteci Deniz Alphan, daha önce annesinin yemeklerini anlattığı ‘Dina’nın Mutfağı’ adlı bir kitap yazmıştı, bu kez işin içine dil de girince sesli bir belge bırakmak istemiş. Bir taraftan dilin yok olup gidişi konuşuluyor, bir taraftan artık bayramdan bayrama pişen Sefarad yemekleri.
İspanyolca’nın içine karışan Türkçe, Ermenice ve
Dünden beri Pendik-Aydos minibüsünde önünde oturan kadının -ki kendisi artık ‘ikinci şortlu kadın vakası’ diye anılmakta olan 21 yaşındaki üniversite öğrencisi Melisa Sağlam- yüzüne elinin tersiyle vurup inmeye kalkışan adamın görüntülerini izliyoruz. Hani haberini zaten okumuştuk da şimdi bir de gözümüzle görüyoruz.
Önce uyarıyor ama. Ramazan’da böyle giyinilmezmiş, utanmıyor muymuş, aile varmış. Aile neden el âlemin giydiğiyle ilgilenen bir kurum ve bu cümlede aile kendisi mi oluyor belli değil.
Sonra basbayağı yerinden kalkıyor, geçerken genç kadının yüzüne bir tane patlatıyor ve sakin sakin kapıya yöneliyor.
Geçen hafta “Tacize uğrayan kadın neden susar?” diye yazmıştım ya, işte orada sözünü ettiğim sessiz izleyici kitlesinin bakışları altında yapıyor bunu. Görmüyor değiller, görüyor ve karışmıyorlar. Hatta Sağlam’ın ifadesine göre, “Bırak ya, uğraşma şununla” diye arka da çıkıyorlar adama, ki onun adı da Ercan Kızılateş.
Bu sefer kadın susmuyor ama. Can havliyle yerinden fırladığı gibi adamın koluna yapışıyor. Sonra Kızılateş ifadesinde “Bayanı sporcu sandım” diye anlatmış: “Çok büyük cesaret ve hakaretle üzerime saldırdı.” Çünkü adamın biri sana tokat attığında senden beklenen
Bünyesinde bu kadar çok “Sesini kes, otur oturduğun yerde, sorma, sorgulama, itiraz etme” temalı deyiş barındıran kaç dil vardır acaba? Basbayağı dirlik düzenimiz devamını, bu kişiyi uysallığa davet eden atasözü ve deyimlere borçludur demek mümkün.
Fatih Belediyesi, Babalar Günü’nü kutlamak için reklam panolarına klişe baba cümlelerini yazmış bu yıl. En çok ilgi çekeni, sosyal medyada en çok konuşulanı, “Babaya cevap verilmez!” oldu. O kadar içimize işlemiş ve üzerine düşünmeden sindirmişiz ki.
Zira bu cümle, insan yetiştirmeye yönelik ilk adımı atan ailenin temel direğidir. Doğup büyüdüğünüz evde bir takım ilk kimin tarafından konduğu meçhul ama sürdürülmesi şart olan kurallar vardır, kendinizi bilip de neden diye sorgulamaya, hele hele haddiniz olmadan itiraz etmeye başladığınız anda ilk sopa iner kafanıza: “Sus bakayım, babaya cevap verilmez!”
Bunun tabii duruma göre anne, abi, abla versiyonları da olabilir ama aslolan otorite, onun evde vücut bulmuş hali de babadır çoğunlukla. Babaya cevap verilmez.
Ama siz haklısınızdır belki, anlatsanız anlardı? Ya da bir diyalog olurdu en azından? Hayır, cevap verilmez dedik. Nokta. Şimdiki moda deyişle “Bu konu tartışmaya kapalı”dır. Biz
Bazı insanlar var, on parmağında on marifet oluyor; insanın içine oturan, güzelim şarkılar yazıyor örneğin, çok da özel bir sesi oluyor ama nedense biz onu hak ettiği gibi 5 bin kişilik Açıkhava konserlerinde izleyip radyolarda, ekranlarda şarkılarını dinleyeceğimize döne döne 10 yıl önce çıkardığı tek albümü eskitmek zorunda kalıyoruz. Bir yaz gecesi bir deniz kenarında püfür püfür esen bir sahnede karşımıza çıkarsa da, ikramiye bulmuş gibi seviniyoruz. Birinci yaşını doldurup ikinci sezonunu açan Off Gümüşlük sahnesinde izlediğimiz Müfide İnselel gibi.
Bazı şarkıları kendisinden daha meşhur aslında. Ne bileyim, Funda Arar’ın söylediği ‘Aşksız Kal’, Zeynep Casalini’den dinlediğimiz ‘Refakatçi’, ‘Delilik’, Demet Sağıroğlu’nun ‘Mandalina’sı hep söz-müzik Müfide İnselel imzasını taşıyor. Ama asıl 2016 yılında çıkardığı tek bir albümü var ki, bilenler için gizli bir mücevher gibidir, bilmeyenlerin de acilen dinlemesini öneriyorum.
Neyse, bir süredir Datça’da yaşıyormuş Müfide İnselel. Ve açılış gecesi için Off Gümüşlük sahnesinde toplanan altın seslerden biriydi. Gecenin ‘ev sahibi’ Güvenç Dağüstün ve orkestrasıydı. Sonra bir usta müzisyen geçidine dönüştü sahne trafiği. Birsen