Craft’ın ‘Yutmak’ adlı oyunu, farklı yerlerden yara almış üç kadının kozalarını yırtma hikâyesini anlatıyor.
YUTMAK / Craft
Yazan: Stef Smith, Çeviren: Çağ Çalışkur, Yöneten: İbrahim Çiçek, Yardımcı Yönetmen: Güven Murat Akpınar, Dekor-Işık: Cem Yılmazer, Ses: Özgür Kuşakoğlu, Koreografi: Gizem Erdem, Oynayanlar: Ece Dizdar, Başak Daşman, Merve Dizdar
Hani bazen insan bütün dünyanın gamı kederi gelip onu bulmuş, bu yeryüzündeki en yalnız kişi kendisiymiş ve bir tek o düzenle uyuşamıyor, idare etmenin bir yolunu bulamıyormuş gibi gelir ya, aslında hikâyeler, romanlar, oyunlar, filmler biraz da bunun içindir: İnsana hiç de bu dertlerden muzdarip tek kişi olmadığını göstermek, en az kendisi kadar ‘tuhaf’, kendisi kadar ‘arızalı’, kendisi kadar ‘uyumsuz’ birilerinin dünyanın bir yerlerinde var olduğunu göstermek için.
Bir Rebecca vardır mesela. Yıllarca kendisini bir ilişkiye, bir erkeğe adamış, o ne derse sesini çıkarmadan uymuş, muhtemel tüm gelecek planlarını onunla birlikte yaşayacağı varsayımı üzerinden kurmuş ve sonunda başka bir kadın için terk edilip dımdızlak ortada kalmış. Şimdi bu yaşında tek başına yürümeyi bile unutmuş, işe emeklemeden başlaması gerek.
Sonra bir Anna vardır,
Bir filmde şöyle bir hikâyenin karşınıza çıktığını düşünün: 18 yaşında bir genç kız, diyelim adı Dicle olsun, günlerden bir gün amcasının cinsel istismarına uğruyor. Öz amcasının, babasının kardeşinin.
Ve bu amca, pek çok aile içi tecavüzcü gibi, yeğenini olanları kimseye anlatmaması için tehdit ediyor. Kız da onun durumundaki pek çok mağdur gibi, korkup susuyor.
Tabii böyle olunca kâbus devam ediyor. Hem de iki sene boyunca. Kızın artık canına tak edene kadar.
Filmde işte, mağdurun kaderinin döndüğü an bu andır. Yıllardır içine attığı sırrı açıklama cesaretini bulduğunda kurtulur, özgürleşir. Ailesine durumu anlatır, onlar kızın elinden tutarlar, kötüler cezasını bulur, iyiler kazanır.
Peki gerçek hayatta ne oluyor?
Dicle dayanamayıp olayı amcasının karısına anlatıyor. Ondan bir medet umuyor. Ama bu bir film olmadığı için, yenge de pek çok ensest tecavüzcü karısı gibi kıza inanmak yerine kocasının yanında saf tutmayı tercih ediyor. Ne yapsın, yuvasını mı yıksın? Kesin kızdadır kabahat, o “tahrik etmiştir”.
Bu kez ailenin kalanına açıyor durumu Dicle, inanır mısınız, onlar da inanmıyor kızın anlatıklarına. İnanırlarsa kutsal aile yapısı çökmüş, o mukaddes çatı kafalarına yıkılmış olur
İlginçtir, yetmişli yıllarda parlayan Türk pop müziği yıldızlarının, anında diğerlerinden ayırt edilen ses renkleri var. Yani bir Asu Maralman’ı Esmeray’la, Seyyal Taner’i Işıl Yücesoy’la karıştıramazsın. Hepsinin sesi kendine özeldir. En kimseyle karıştırılamayacaklardan biri de, Yeşim’inkidir. Sadece kendisiyle özdeşleşen Şemi Diriker şarkısı ‘Olmaz Böyle Şey Yoksa Rüya mı?’ şarkısını duyduysanız, her karşılaştığınız yerde o buğulu sesi teşhis etmeniz kaçınılmazdır.
“Zaten başka hangi şarkısını nerede duyacağım ki?” derseniz, ‘80’lerden beri albüm yapmayan, sadece sahnede şarkı söyleyen Yeşim’e ait bir toplama albüm, nihayet raflarda. Yola çıkarken Türk popunun eski kayıtlarını temizleyip CD formatında basmak gibi şahane bir misyonu olan Ossi Müzik, epeydir ihmal ettiği ‘En İyileriyle’ serisine Yeşim CD’sini ekledi.
Tabii ki 1974 tarihli ‘Olmaz Böyle Şey’ ile başlıyor albüm, Şanar Yurdatapan’ın düzenlemesi ve Atilla Özdemiroğlu ile birlikte kurduğu Dün Bugün Yarın Orkestrası’nın yorumuyla. Ve 45’liğin arka yüzündeki ‘Aşk Alfabesi’ ile devam ediyor.
Toplam 15 şarkı var CD’de. İstanbul Gelişim Orkestrası ile kaydettiği, sözleri Çiğdem Talu’ya ait ‘Aklın Nerdeydi’ler, ‘Ne Var Ne
Hayatta sorumluluk almak istemediğimiz noktalarda şahane bir sığınma yerimiz var; “Allah’ın takdiri”.
Ben müteahhidim, bir inşaatı yapma işini üstüme aldım. Temelinden kolonuna bir dolu hata yaptım, malzemeden çaldım, binayı çürük çarık tamamlayıp paramı aldım. İlk depremde yıkıldı, içinde yaşayan insanlar öldü. Benim suçum mu? Yoo, Allah’ın takdiri.
Maden işletmesi sahibiyim, yüzlerce insan çalıştırıyorum. Uygun havalandırma sistemi kurmuyorum, düzenli denetlemeleri yaptırmıyorum, gaz maskelerinin kontrollerini yaptırmıyorum, çatlakları görmezden geliyorum, yaşam odalarına para harcayacak değilim ya onu da yaptırmıyorum. Sonunda aslında basbayağı beklenen ‘kaza’ gerçekleşiyor, yüzlerce işçi ölüyor. Hatalı mıyım? Tabii ki hayır, Allah’ın takdiri.
Otobüs firmam var, her gün bir sürü insanın sağ salim bir yerden bir yere gitmesini sağlamak gibi bir görev üstlenmişim. Daha çok kazanmak için az insan istihdam ediyorum, şoförlerimi uykusuz çalıştırıyorum. Gece vakti otobüs yoldan çıkıyor, şoför uyuyakalmış. Allah’ın bir takdiri olarak evet.
Son örneğimiz dünden. Gaziosmanpaşa’da bir özel hastaneye yeni doğmuş bir bebek geliyor. Devlet hastanesinde sağlıklı doğmuş, solunumunun düzenlenmesi
Herkesin bildiği, 50 tane benzerini izlediği bir öykü, bütün klişeleriyle birlikte hala izlenir, gülünür, ağlanır olabilir mi?
Bir kenar mahallenin güzel sesli kızı ve beraber yanık yanık okusunlar diye şarkılar yazan kafiye meraklısı yavuklusu ile kızın kendini kurtarmak için kaçtığı pavyonun patronu üçlüsünden nasıl bir mucize bekleyebilirsiniz? Bu yıl Afife’de Cevat Fehmi Başkut Özel Ödülü’nün sahibi olan güzel isimli oyunların yazarı (bkz. ‘Sen İstanbul’dan Daha Güzelsin’) Murat Mahmutyazıcıoğlu, bu üçlüyü, ayrıca esas kızımız Gönül’ün en yakın arkadaşı iken ‘arkadaşının aşkı’ Mustafa’ya gizliden abayı yakan Sevda’yı ve Leyla olmak isteyen Ahmet’i almış, son derece şenlikli, sazı sözü, neşesi, hüznüyle türünün bütün klişelerinin hakkını veren bir oyun yazmış: Kadıköy Emek Sahnesi’nin oyunu ‘Sevmekten Öldü Desinler’, arabesk müzikli bir ‘anti - melodram’, grubun kendi deyişiyle.
‘Ana çatışmam sensin’
Üzerinde Murat Mahmutyazıcıoğlu’nun güzelim kara kalem çizimleri olan bir masal kitabı - perdeyle açılıyor oyun. Mustafa kafiyelerden kafiye beğenerek yeni şiirler yazıp Gönül’ünü beklemekte, o bataklıkta yeşermeyeceğini anlayan Gönül ise gitmeyi kafaya koymuş. “Beraber kaçalım”
Can suyu. Ne kadar güzel bir söz, değil mi?
Yaşamın özünü ifade ediyor.
Yeni diktiğimiz bir bitki yaşama tutunsun diye verdiğimiz suya deniyor.
Bir akarsu kurumasın diye ihtiyaç duyduğu suya da.
Bu ikincisi, HES işletimi sırasında dere yatağında bırakılması öngörülen su miktarını adlandırmak için konmuş. Yönetmeliğe göre, Hidroelektrik Santral kuran şirketler, doğal hayatın devam etmesini sağlayacak miktarda suyu dere yatağına bırakmakla yükümlü. Bu da derenin son 10 yıllık ortalama akışının en az yüzde 10’u demek.
Ama tabii ki el attığı kaynağı kökünü kurutmadan bırakmayan insanoğlunun zekâsının yönetmeliği yenmesi işten değil.
DHA’dan Mehmet Çınar’ın haberine göre Antalya Alakır’da bir HES firması, yüzde 10 can suyunu bırakmamış, kılıfını da bir debimetre hilesi marifetiyle uydurmuş: Yakındaki bir dereden borularla su taşıyıp debimetrenin önüne salarak.
Alakır Nehri Kardeşliği’nden yapılan açıklama, Koca Dere diye anılan derenin Alakır Nehri ile buluştuğu noktanın 500 metre yukarısında, dere yatağındaki çınarların kesilip devrilerek bir bend oluşturulduğu, derenin bütün suyunun 30 cm çapındaki boruya yöneltildiği yolunda.
İstanbul’un 2010 Avrupa Kültür Başkenti olduğu 2010 yılında, Türkiye’nin iki dalda Guiness Dünya Rekoru kırdığını hatırlıyor musunuz? Türkiye Aşçılar ve Şefler Federasyonu’nun oluşturduğu Aşçılar Milli Takımı’ndan 90 aşçı, bin 515 adet farklı meze hazırlayarak ‘Dünyanın En Zengin Meze Masası’ ve ‘Dünyanın En Çok Çeşitli Açık Büfesi’ rekorlarına imza atmıştı.
Hani ne kadar övünsek az bir mutfak kültürümüz var ve şu an elimizde bunu enine boyuna, hem de pek renkli bir şekilde önümüze seren 500 sayfalık şahane bir kitap: Overteam Yayınları’ndan çıkan ‘Rakı Gastronomisi/Türkiye’nin Çilingir Sofraları.’ Yayın yönetmenliğini Erdir Zat’ın yaptığı kitabın Vedat Başaran, Murat Belge, Raşit Çavaş, Ahmet Örs, Mehmet Yaşin ve Vefa Zat’tan oluşan bir danışma kurulu ve Türkiye’yi karış karış gezen 47 kişilik parlak yazar kadrosu var. Dolayısıyla her şeyden önce okuması çok keyifli bir kitapla karşı karşıyayız. Arkasından da bir sürü şahane tarifle tabii.
İstanbul’un yeri ayrı
Kitap, yeme içme kültürümüzü Marmara’dan başlayıp saat yönünde ilerleyerek coğrafi bölgeler üzerinden anlatma yoluna gitmiş, İstanbul’u ise ayrı bir başlık altında ele almış. Önce Çilingir sofralarına genel bakış atarak
Bu nasıl çaresiz bir durum? Birinin seni öldüreceğini biliyorsun, eminsin. Gizlice plan falan yapmıyor adam, açık açık söylemiş, “Seni öldüreceğim” demiş. Ne yaparsın? Nasıl kurtarırsın canını? Kimden yardım umarsın?
Herhalde aklına ilk gelecek şey polise sığınmaktır, öyle değil mi? Hani başına bir şey geldikten sonra “Bir düşmanı var mıydı?” diye soracak olan merciye. Başına o iş gelmeden seni korusun diye. Gelecek iş belli, düşman belli.
Işık İkizoğlu da öyle yapmış. Eylül ayında boşandığı kocası Yahya Cengiz Küçük kendisini ölümle tehdit ettiği için polise başvurmuş. Hem de bir değil, iki değil, üç kere. Aynı gün içinde. Bu hayattaki son günü olan 15 Mayıs’ta.
Olay, İzmir’in Dikili ilçesinde meydana geliyor. Artık rutine bağlanan bu haberler için bir şablonu olan gazetelerin ifadesiyle “Kadına şiddetin adresi bu kez Dikili”.
Işık İkizoğlu 32 yaşında, 58 yaşındaki kocasıyla eylül ayında boşanmış, kızıyla birlikte yaşıyor.
15 Mayıs sabahı kızını okula bırakırken, eski kocasının orada beklediğini görüyor, korkuyor, 155’i arıyor.
Adamı görünce korkmasından anlaşıldığı üzere halihazırda tehdit edilmekte. Polis geliyor, Yahya Cengiz Küçük’ü ekip aracına alarak olay yerinden uzaklaştırıyor,