Tam da bu konuda söylenecek bir şey kalmadı sanıyorsunuz, memleketin bir başka köşesinde yeni bir kadınla erkeği ayrı fanuslar içinde yaşatma denemesi baş gösteriyor.
Bursa’da ayrı vagona koyamıyorsak, Konya’da ayrı sınıfta oturtmayı deniyoruz mesela, Konevi Anadolu Lisesi müdürünün yaptığı gibi. Önce artık kızlar ve erkeklerin ayrı sınıflarda okuyacağına dair astığı duyuru metni düştü sosyal medyaya, ardından hakkında soruşturma açıldığı haberi, son olarak da Hürriyet’e yaptığı açıklamalar.
Olayı bu kadar büyütmeye gerek olmadığı kanaatinde müdür bey. İdeolojk de bakmayaymışız. “Odanızdaki bir eşyanın yerini değiştirmek gibi düşünün” diyor.
İyi de neden değiştiriyoruz bu eşyanın yerini? Bu tabiatı gereği iki cins olarak dünyaya gelmiş bir eşya. Ayrı ayrı yaşamaları, birbirlerinden bihaber yetişmeleri gerekse herhalde doğanın düzeni ona göre olurdu.
Müdür beyin gerekçeleri var elbette; erkekler kendi aralarında argo konuşuyorlarmış, bu da psikolojik olarak kızları etkiliyormuş, rahatsız oluyorlarmış. “İnanın” diyor, “Kızlar böyle kendilerini daha rahat ifade etmeye başladılar.”
İnanırım elbette. Zaten tam da bu yüzden ayrı okutulmamaları gerekiyor. Erkekler toplum içinde nasıl
Dün sosyal medyaya bir “kare kare taciz” vakası düştü. Metroda bir genç kadın, karşısındaki hemcinsinin uyuyor’muş’ gibi yapan bir erkek tarafından taciz edilmesine seyirci kalmayı kendine yedirememiş, hiçbir şey yapamıyorsa fotoğraflarını çekip ifşa etme yolunu seçmiş.
İnerken de adama bunu bildirmiş. “Ne yaptığının farkında değilim zannetme, fotoğraflarını çektim, senin ipliğini pazara çıkaracağım” şeklinde.
Dediğini de yaptı nitekim, bütün Türkiye aslında hiç de yabancı olmadığı bu manzarayla fotoğraflar aracılığıyla “yüzleşmiş” oldu. Evet, o bugüne kadar kim bilir kaç kere gördüğü de görmezden geldiği elini koltuğun kenarına koyuyor’muş’ gibi yapıp küçük parmağını yandaki kadının bacağına doğru uzatma hareketi. Bilidiniz siz onu.
Şimdi bu fotoğrafları çekip sosyal medyada paylaşan kişi amacına ulaşıp yeni bir “farkındalık” yaratabildi mi bilmiyorum. Yalnız bu sırada tacize uğrayan genç kıza dair de bir “farkındalık” yaratmış oldu, umarım bu onun başına bela açmaz.
Beni şu anda ilgilendiren o fotoğraflar altında yorum kisvesi altında dönen “eğlence” ve tabii ki böyle durumlardan vazife çıkarmayı hiç ihmal etmeyen “Kız neden ses etmemiş, demek ki şikayetçi değildi” korosu. “Belki de
Haziran ayıyla birlikte birkaç istisna ve yaz turneleri dışında tiyatro sezonunu kapatmış bulunuyoruz. Ve şunu söyleyebilirim; her zamankinden çok oyun izlediğim ve neredeyse gördüğüm her oyunu bir şekilde sevdiğim bir yıldı. Mesela “Hangi oyunu görelim?” diye sorana her zaman verecek 4-5 cevabım oldu. Neredeyse hiçbir oyunu saatime bakarak izleyip “Yandım Allah” diye atmadım kendimi dışarı. Üstelik çok sayıda da yeni metin, yeni yazar keşfettim. Yani öncelikle şunu bir bilelim ki; “Efendim, tiyatromuzun en büyük sorunu yazar” diye kendinden son derece emin konuşanlar, epeydir tiyatro izlemediklerini itiraf edip uzaktan ahkam kesmiş oluyorlar.
“İkinci büyük sorunu salon” ise bir süredir kendi yağıyla kavrulan, yoktan var edip salonunu taştan çıkaran genç ekipler tarafından çözülmekte. “Alternatif sahneler” mi dersiniz, “amatör ruhla yapılan profesyonel tiyatro”mu dersiniz, hâlâ bazı meslek büyüklerinin yaptığı gibi “küçük sahneler” falan gibi hafif üstten bir tabir mi seçersiniz bilmiyorum, bildiğim, tiyatro oralarda nefes alıyor.
“Sahnedeki bağımsız hareketin alternatif hikayesi”ni anlatmaya soyunan Hakan Dursun, yönetmenliğini ve yapımcılığını üstlendiği belgesel filminde
Anlaşılması biraz zor bir cümle; beraberce anlamaya çalışalım: Uçakta gazeteci Bilal Meşe’ye saldırdıktan sonra Milli Takım’dan ayrıldığını açıklayan Arda Turan, insanlara iyi futbolculuğunu değil, ‘adamlığını’ bırakmak istiyormuş.
Yani ne bırakıyor bize tam olarak?
Türk Dil Kurumu’na başvurdum önce. “Erkek kişi, kadın karşıtı” ile birlikte bir dolu iyi özelliği barındırıyor bünyesinde “adam” kelimesi, TDK’ya göre. “Adam olmak” “iyi bir duruma gelmek”, adam etmek” “eğitmek, yetiştirmek”, “adam gibi” “terbiyeli, akıllı, uslu” demekmiş.
Bir de Rıdvan Dilmen de “Kendisi adamlığıyla gönlümde bir kahramandır” dediği Arda Turan versiyonuna bakalım:
Birisi canını sıkan bir yazı yazdıysa (Siz buraya duruma göre tepenizi attıran herhangi bir şey koyabilirsiniz) bu sana onun boğazına yapışma hakkı verir. Seni kızdıran insandan hesap kaba kuvvetle, şiddetle, vurup kırarak sorulur.
Beraberinde “ağza alınmayacak küfürler edilir”, ki bunların hepsinin cinsiyetçi ifadeler içermesi şarttır. O.ç olur, a.k. olur, hepsi bir arada kullanılarak ortaya karışık bir şeyler yapılabilir; yeter ki kadınlara dair sözler içersin. Adam olana bu yakışır.
Saldırdığın kişinin senden yaşça çok büyük, bir zamanlar “abi”
İkinci Kat’ta sahnelenen ‘Kasap’, hayvan kalmadığı için insan etinin yenmesinin oylandığı bir ülke üzerinden insanın etik sınırlarını sorguluyor.
Bir vejetaryeni et yemesi gerektiğine ikna etmeye çalışan birine rastlamışsınızdır muhtemelen. Nedense çok vardır çünkü. Belki içten içe kırlarda hoplayıp zıplayan kuzulara bakarken vicdan azabı duyduğundan bu yükü herkesle paylaşmak istemektir nedeni, bilemiyorum. Ama bin türlü ‘ikna edici’ argüman öne sürer, doğanın dengesinden girer, demir eksikliğinden çıkar, en sonunda “Bitkilerin de canı yok mu?”ya bağlarlar.
Siz de bu baskıdan bunalmış bir vejetaryenseniz, İkinci Kat’ın ‘Kasap’ oyunu en çok sizin için. Diğerleri sıkı bir vicdan muhasebesine hazır olsun.
Geçen sezondan beri devam eden ‘Kasap’, Sami Berat Marçalı’nın İkinci Kat’tan ayrılmadan önce hayata geçirdiği ‘Savaş ve Barış Oyunları’nın bir ürünü. Teması, yazarı, yönetmeni ve oyuncu kadrosu kurayla belirlenen ‘Kasap’ın başlığı ‘Sınır’. Yani yazar Halil Babür, bu sözcükten yola çıkarak, vicdanın ve insanoğlunun etik anlayışının sınırlarını zorlayacak bir oyun yazmış. Hani “Çok vicdanlısın güzel kardeşim de, nereye kadar?” diye soruyor.
Olay, gökyüzü tavanının çökmesi sonucu
İnsanın doğayla ilişkisini ‘sahip olmak’ üzerinden kurmaya kalkması o kadar hazin ki. Eninde sonunda kaybetmeye mahkum olduğu bir mücadele çünkü.
Ne bileyim, “Bu arazi benim” deyip dere yatağına site kurmaya kalkıyorsun, bir yağmur yağıyor, haberi yok tabii derenin sana ait olduğundan, haddini bilmeyip taşıyor, sular altında kalıyor yaptığın evler.
Fay hattı, yanardağ eteği, çığ bölgesi, erozyon alanı, sahip olmakla hakim olabileceğin yerler değil. İstediğin kadar ‘senin’ olsun, sen ayak uyduracaksın ona, yok başka yolu. Vahşi doğadaki hayvanlara bakın, hiç meydan okumaya kalkıyorlar mı doğanın dengesine?
Ağacın da çiçeğin de kuşun da böceğin de bir yeri, bir anlamı var o dengede ve bozmadan beraber yaşayıp gitmekle yükümlüyüz biz de. Aksi yönde attığımız her adım dönüp bizi vuruyor günün birinde.
Ormanlık alana kurduğumuz villaların ortasını kendini bilmez yaban domuzları basıveriyor mesela. Biz hala “Şehrin göbeğine domuz indi” sanıyoruz.
Yazlık site yapmak için yaktığımız ormanlarda bir tek o ağaçlar ve orada yaşayan hayvanlar öldü diye düşünüyoruz, tez zamanda görüyoruz ki kendi soluduğumuz havaya, içtiğimiz suya oluyor olan. Ya da lüks villalarımızın kanalizasyonlarını
Herhalde şaka diye okudum önce. Aydemir Akbaş Şener Şen’e “Korkak” demiş. Pardon, önce “Komedyen olarak görmüyorum” demiş, “Fazla bir şey yapmıyor çünkü”. Ardından “Korkak” demiş, “Bir adamın arkasına girmiş ve o ne derse ayak uyduruyor.” Kim o adam? ‘Çiçek Abbas’tan ‘Züğürt Ağa’ya birçok Şener Şen filminde senaryo yazarı olarak imzası olan, yönetmen olarak sonraki hiçbir filmine bayılmasanız ‘Muhsin Bey’ gibi bir filmi Türk sinemasına armağan etmiş olan Yavuz Turgul.
Kaldı ki ondan sonra da da ‘Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni’, ‘Eşkıya’, ‘Gölge Oyunu’, ‘Gönül Yarası’, ‘Av Mevsimi’ gelir ki, “sizin filminiz” değillerse bile her koşulda haklarını teslim etmeniz gerekir. Ortada 40 yıllık sağlam bir dostluk, bir iş birliği ve buradan ortaya çıkmış iyi ürünler var.
Şener Şen desen 1970’lerden beri Türk sinemasının yüzakı komedilerde oynamış, Badi Ekrem’den Vecihi’ye bir dolu hâlâ kahkahayla izlenen karaktere can vermiş bir oyuncu. Belli ki ekip olmaya, güvendiği insanlarla çalışmaya inanıyor. Bunu daha önceki tercihlerinden de görmek mümkün. Şimdi de güvendiği, dilini bildiği, kendi dilinden anlayan bir yönetmenle; Yavuz Turgul ile çalışmak gibi sadece kendisini ilgilendiren bir
Küçücük bir kız çocuğu, dili zor dönüyor ağzından çıkan kelimelere, ki zaten hiç dönmese daha iyi. “Çiğnenecekse şehit atanın mezarı, şimdi git oğul” diyor; “Bize artık vuslat, mahşerden sonrayadır”.
Karşısında gene onun boylarında bir oğlancık, elinde boyundan büyük bir tüfek, “Ya şehit ol ya gazi” telkinleri eşliğinde savaşa gidiyor. Kendi gibi asker olmuş minik arkadaşlarıyla kahramanca çarpışıyorlar, dehşet verici silah sesleri, patlamalar, çatlamalar ve sonunda hepsi şehit oluyor. Küçük bir hemşire gelip bayrak örtüyor üstlerine.
Derken bir slayt gösterisi başlıyor. Hayatın aşamalarını gösteriyormuş. Gene şehadet işareti yapan minik askerler, dev silahlarla “Canım anam” yazısı arkasında hatıra fotoğrafı çektiriyorlar.
Derken bir kız isteme sahnesi. Oğlan askere gitmiş, sağ salim dönmüş belli ki, şimdi sıra hayattaki ikinci görevinde: Yuva kurmak. Birinci karede küçük gelin kahve yapmış, ikincide kına gecesinde damadı kırmızı duvağı kaldırırken görüyoruz, derken gelinin abisi kızın beline kırmızı kuşak bağlıyor, nikâh masası kuruluyor, gelinle damat evlerine yerleştiriliyor ve arkasından da hacca gidiyorlar.
Evrensel gazetesinden Eylem Nazlıer’in haberinden gözlerimizle görerek