Debdebeli bir devrin, görkemli bir sarayın, altın varaklı bir kafesin içine hapsedilmiş iki kadın... Hurrem ile Hurrem. Biri neredeyse bütün sarayı dize getirmiş ama ikbalinin bedelini hürriyetiyle, aşkıyla, vatan hasretiyle, evlat acısıyla ödemiş bir sultan, geçmişini kimse bilmiyor, efsanelerle yaşıyor. Diğeri hafıza kaybından muzdarip toy bir cariye. Nereden geldiğini, kim olduğunu kendi de bilmiyor.
Yıl 1558, baharın başı. Nar bülbülü acı acı öterken sarayın bahçesinde, bu iki geçmişi karanlık, geleceği meçhul kadın, Hurrem Sultan’ın gizli odasına kapanıyorlar beraber. Kanuni Sultan Süleyman Han’ın buyruğuna karşı gelerek hem de. Ve karşılıklı bir hatırlama - hatırlatma oyunu oynamaya başlıyorlar.
Anılar dökülüyor sandıklardan, ölülerin hayaletleri, canlıların suretleri dile geliyor, sırlar aydınlanıyor ve bir ‘gayri resmi tarih’ canlanıyor gözümüzün önünde. Resmi olanından kesinlikle daha renkli, daha heyecanlı ve sürprizli...
‘Yıldızlar arasında ay’
Cariye Hurrem harem dedikoduları taşıyor odaya, kim ne diyor, nasıl anlatıyor yaşananları... Zamanında Kanuni Sultan Süleyman’ın hoşuna gitmek üzere eğitilmiş o kızlardan biriyken istese ‘diğer yıldızlar arasında ay olabileceğini’
Televizyonun çocuklar ve gençler üzerindeki etkisine kimse itiraz edemez, doğru. Bu yüzden kimi denetlemelerin olmasını, onları olumsuz etkileyecek programların erken saatlerde gösterilmemesini hep anlıyorum. Sadece çocuk ve gençleri, nelerin olumsuz etkileyeceği konusunda RTÜK üyeleriyle hem fikir olamadım bir türlü. Hep de yazdım, bana göre şiddet sahneleri alkolden, hatta sigaradan çok daha tehlikeli. Orada iki arkadaşıyla dertleşen adamın önünde duran, romantik bir yemek yiyen çiftin tokuşturduğu kadehin kimseye bir zararı yok; üstelik alkol satışı, kullanımı yasal bir şey ülkemizde. Ve gene defalarca söyledim; aynı fikirdeyim, o buzlanmış şeyin arkasındaki her zaman daha çok merak uyandırıyor.
Ya da argo... Tamam tabii ki dizi karakterleri ağzına geleni dümdüz sıralasın demiyorum ama öyle bir sansür uygulanıyor ki, yasaklı olmayan sözcüklerle anlamlı iki cümle kurmak imkansız. Geçen gün ‘şerefsiz’ biplendi mesela, ne alakası var? Küfür mü bu? Buna karşılık, vurdu, kırdı, işkence, cinayet kimseyi kötü etkilemiyor, şükürler olsun. Rakı kadehi cıs, tabanca, bıçak oyuncak.
En son aradan camı da kaldırıp işi ekrandan doğrudan parklara taşımamız da ayrı bir hoşluk oldu.
Önceki
Gerçekten akıl alır bir şey değil. Ülkede kadına şiddet vakaları almış yürümüş, kadın cinayetlerinde, tacizde, tecavüzde rekora gidiyoruz, mahkemeler hâlâ erkekleri koruma peşinde.
Özellikle de ‘kocaları’ ki bu en tehlikeli durumlardan biri çünkü gün geçmiyor ki bir kadının halen evli olduğu, boşandığı ya da boşanmak istediği kocası tarafından sokak ortasında katledildiği haberini almayalım.
Kadının o ana kadar şikâyetçi olmuş olması, can güvenliğinden endişe etmesi, hakkında koruma kararı olması, hiçbiri çare olmuyor maalesef.
O koca o kararı vermişse o bıçak, o tetik ille çekiliyor. Gizli kapaklı, kuytuda tenhada değil, göz göre göre, açıkça tehdit ederek, haber vererek oluyor ne oluyorsa.
Nasıl olsa sonunda hukuk da kocadan yana. İlla o kadın bir vazifesini eksik yapmış da kocasını kızdırmış, ona kendini eksik hissettirmiş, olmadı, güvenini sarsacak hal ve hareketlerde bulunmuştur. Yemeğin tuzu eksik, çorba soğuk, düğme kopuk değilse o kadın kırmızı ruj sürmüş, kısa etek giymiştir, biriyle mesajlaşmıştır, birine gülmüştür, yan bakmıştır... Bahane mi yok... Hiçbirini de ben uydurmadım, hepsi yaşanmış olaylardan.
Bakınız, son vaka Erzurum’dan. T.K. 23 Ocak 2014’te, boşanma sürecinde
Geçen gün bir arkadaşımla konuşuyoruz, bir tanıdığımızın evine polis gelip onu aramış, “İfadesini alacaktık” demiş. Tahminler yürütüyoruz, konu ne olabilir... O kadar çok seçenek geliyor aklımıza, hepsi de son derece mümkün.
Şu yaşadığımız Facebook Instagram Twitter vb çağında, kameralar, ekranlar dört yanımızı sarmış, en azından son 10 yılda attığımız hiçbir adım kaybolmaz, her köşe bucakta izimiz kalırken, her şey olabilir görünüyor insana.
Ne bileyim, bir gün son teknolojinin bütün nimetlerinden faydalandığımız evimizde fitness’ımızı yaparken, şehir radyosunu dinler, ananaslı pizzamızı beklerken, dört duvarımız bizi bütün kötülüklerden korur, orada tamamen bizim hükmümüz sürerken... İçeriye birden iki yabancı dalabilir ve “Tutuklusunuz” diyebilir mesela.
Absürdlük baki
Joseph K.’ya olduğu gibi. Kendisi global bir bankada üst düzey yönetici, müdürlüğe oynamakta. O gün 30. yaş günü ve karşısına adlarının Sansar ve Çulluk olduğunu söyleyen iki adam dikildiğinde aklına sadece bunun bir kamera şakası olacağı gelebiliyor.
Adamların da bir şey açıklamaya çalıştığı yok zaten, sadece tutukluluk halini tebliğ etmek için gelmişler. Üstelik pizzasını da yemişler ki bu daha sonra derdini
“Aman Allahım, bunu yapan insan olamaz!”, “Sizde hiç vicdan yok mu? Görüntülere bakarken gözyaşlarımı tutamadım...”
Geçen hafta Idlib’de öldürülen Suriyeli çocukların görüntüleri perişan etti sayın seyircileri. İnsanlığımızdan utanarak, dehşete kapılarak, bunun bir film olmadığını kendimize hatırlatarak izledik.
Bunun film olmadığını sık sık hatırlamak gerekiyor çünkü aslında bütün dünyanın gözü önünde böyle bir katliam yaşanıyorsa ya bu bir film olmalı ya da kıyamet günü, ‘normalde’.
Ama bizim ‘normalimizde’ olaylar pek öyle cereyan etmiyor. Tam da biz sınırın öte yanındaki Suriyeli çocuklar için duyarlı gözyaşlarımızı dökerken, sınırın bu yanında, İzmir’e bağlı TorbalıPamukyazı’da koca bir mahalle ayaklanmış, topraklarına sığınan Suriyelileri taşlarla sopalarla kovmaya gidiyor mesela.
Sebep? İstemiyorlarmış mahallelerinde Suriyeli. Haberi geçen ajansların pek de şüphe etmedikleri şekilde, olaylar “Suriyeli bir grubun, bir çocuğu dövmesiyle” başlamış. Nedenini, niçini, nasılını, kanıtını, tanığını geçtim, bir ‘İddaya göre’ ibaresi bile yok, “Suriyeliler çocuk dövdü”. Bir insandan değil, bir ‘tür’den söz ediyoruz adeta.
Peki, sonra? Çocuğun ailesi ve mahalleliler ile o aynı
Stavros, kendisine okutulanı öğrenen, öğrendiğini eğip bükmeye kalkışmadan olduğu gibi hatmeden, gitgelleri olmayan bir çocukken, büluğ çağının ilk kıpırtılarıyla birlikte ona bir haller oluyor.
Artık bütün hikayelerin bir de Stavros versiyonu var. Hele hele Yunan mitolojisi, sürekli sorgu suale tabi tutuluyor, hikayelerin sonları yeniden yazılıyor. “Truva Savaşı’nı biz kazanmadık, Odisseus da asla evine ve karısına dönmedi” diye ağlattığı okul arkadaşlarının anneleri dayanıyor kapılarına, “Oğlunuz çocuğumun dengesini bozuyor” diye. Denge çünkü, değişmeyende, sabit olanda, sorgulanmayanda. Annesinin “Mitolojiyi de çok güzel bilirdi, ne oldu anlamıyorum” diye götürdüğü doktorun teşhisi, Mitopati virüsünün büyüme çağındaki çocuğu etkisi altına aldığı oluyor. “Lodos kafasını karıştırıyor” da denebilir.
Ve o kafa karışıklığından müthiş zenginlikler, hayatı binbir renge boyayan hayaller, gerçeklerden her zaman daha ilginç hikayeler çıkıyor. Tam da bir ömür vitrine koyduğu Ari Onasis fotoğrafına hikayeler yazıp ona ait olduğunu iddia ettiği bavulu “Normalde 400 Drahmi ama size bir şeyler yaparım” diyerek sayısız kişiye satan babasına yaraşır şekilde sıkı bir hikayeci oluyor Stavros da.
Haya
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu Cengiz Onural’ı koymuş hedef tahtasına. Ne kadar doğru bir seçim değil mi, referanduma iki hafta kala neyle meşgul olsaydı?
Üstelik fena halde öfkeli.
Bir zamanlar Yeni Türkü’nin bir üyesi olan, daha sonra İnce Saz’ı kuran, birbirinden güzel besteleri olan, son derece kıymetli bir müzisyen, Cengiz Onural. Ne gibi bir alıp veremediği olabilir ana muhalefet partisi başkanının onunla?
Şu olabiliyormuş; referandum sürecinde Onural’ın “Baba bir masal anlat bana” şarkısını kullanmak istemişler, o da izin vermemiş. Kemal Kılıçdaroğlu’nun söylemiyle aktarırsak, “Korktular, vermediler. O nedenle, şarkıyı besteleyeni de sahibini de kınadım. Asla onlara da sanatçı demiyorum. Kimse kusura bakmasın.”
Valla ben baktım ne yalan söyleyeyim. Şarkılar bestelenir, söylenir, ondan sonra kendi yolculukları başlar. Biraz da onları dinleyenlere ait olurlar. Anlamlarından kopartılıp bir reklama, bir siyasi partiye verildiklerinde değerlerinden eksilir aslında. Sen onu bir daha hiç ilk günkü gibi dinleyemezsin.
O yüzden de aslında bunu reddeden insan sanatçının ta kendisidir. Bu onu korkak falan yapmaz, şarkısına sahip çıkan insan yapar.
Ayrıca nedir bu sanatın ve
Her Shakespeare oyunu sahneleyen tiyatro insanından duyarız; Shakespeare’in ölümsüzlüğü ve evrenselliği, üzerinde uzlaşılmış bir gerçektir. Yazarın sahiden yaşayıp yaşamadığından şüphelenilir, bundan şüphelenilmez. İnsan ruhunu nasıl çözmüşse; 1500’lerde yazdığı metinler düne, bugüne, yarına ışık tutmaya devam eder. Işık tutuyor dediysem, korkularıyla, hırslarıyla, iktidar kavgaları ve tüm zavallılıklarıyla o ruhun en karanlık köşelerinin kabak gibi ortaya çıkmasından söz ediyorum.
Eğer tek bir Shakespeare oyunu izleyip hangi evrensellik ve ölümsüzlükten söz edildiğini bir hamlede görmek istiyorsanız, bir ‘kolaj’dan çok daha ötesi, Shakespeare metinlerinin yapıbozum tekniğiyle yeniden kurgulanıp bambaşka bir kılıkla sunulması olan ‘Şizo Şeyks’i kaçırmayın derim.
Yiğit Sertdemir, İstanbul Tiyatro Festivali için hazırladığı, şimdi de Kumbaracı 50’de devam eden Altıdan Sonra Tiyatro yapımı ‘Şizo Şeyks’i “Düne bugüne, aşka, iktidara, hırsa, ihanete, kadere, zamana ve çökeyazan şu koca dünyaya koca bir nazire denemesi” diye tanımlıyor; “Muktedirlerin, soytarıların, âşıkların, harislerin tek bünyedeki savaşı. Kahkahanın acıttığı bir seyirlik... Bir saydırma ve sayıklama hali.”
Farklı