Değer ‘yargılamalarımız’ nedir?

19 Aralık 2016

Kendi çocukluğumu hatırlıyorum, yılın bu zamanları bir heyecan alırdı bizi. Yeni bir yıl, yeni umutlar demekti bir kere; hayallerin olurdu. Kendince çocuksu kararlar alır, belki defterine yazar, kimini gerçekleştirir, kimini öbür yıla saklardın.

Yılbaşı gecesi ailece eğlenirdin sonra. Televizyonda neşeli bir şeyler olurdu, evde herkesin uzun uzun oturup sohbet ettiği bir sofra, belki tombala gibi bir kutu oyunu. Okulda yeni yıl şarkısı öğrenirdin, renkli ışıklarla, fenerlerle süslenirdi sınıf. Herkese bir hediye düşecek şekilde piyango düzenlenirdi. Kalem, silgi gibi küçük hediyeler, maksat birlikte kutlamaktı yeni bir yılın gelişini. Arkadaşlarınla kaynaştığın, neşelendiğin bir etkinlik olurdu.

Ne zaman çıktı bu, “Yılbaşı kutlamak Hıristiyan adeti” iddiası, ben takip edemedim. Bahçelievler ilçe eğitim müdürlüğünden okullara ‘yılbaşı kutlama yasağı’ gelmiş:

“Müdürlüğümüze mevzuat dışı, ders ve sosyal etkinliklerle alakası olmayan, değer yargılamalarımızdan uzak bazı kutlamalar için öğrencilerin özendirildiği şikayetleri gelmektedir. Dersleri engelleyecek, öğrencileri farklı alışkanlıklara ve olumsuz davranışlara sevk edecek ya da özendirecek eğlence, şans oyunu, çekiliş ve yılbaşı

Yazının Devamı

YALNIZLIKLARINDA BULUŞAN KADINLAR

16 Aralık 2016

İki insan birbirinden ne kadar farklı olabilirse, o ölçüde farklı iki kadın. Başka aileler, başka kültürler, adeta bambaşka dünyalar. Yeşim Ustaoğlu’nun bugün gösterime giren filmi ‘Tereddüt’, bu iki dünyanın kesişme noktasına bakıyor: Kadınlık durumuna.

Elmas (Ecem Uzun), nüfus kağıdına göre 18, aslında 15 yaşında. Baskıcı kaynanasına insülin iğnesi yapmak, çarşaflarını dümdüz etmek ve geceleri kendisinden en az 20 yaş büyük kocası tepesine çökmesin diye dua etmekten ibaret hayatı. O dört duvar arasında kendisine ait tek bir alanı; tek isyanı var: Balkonda gizli gizi sigara içtiği anlar. 13’ünde okuldan döndüğünde, evde fasulye kırarak onu bekleyen annesi ‘hayırlı bir kısmeti’ olduğunu bildirdiğinden beri böyle bu. Elmas yalnız, mutsuz ve umutsuz.

Şehnaz (Funda Eryiğit), 30’lu yaşlarında bir psikiyatr. Sarp kayalarla çevrili, rüzgarı sert esen, dalgalı bir deniz kenarında, bir taşra kasabasında görev yapıyor. Cinsiyet değiştirmek isteyen genç kız, sinirini bozdukları gerekçesiyle hayvanları öldüren çocuk gibi sıradışı hastaları var. Son derece şık, tasarım dergilerinden fırlamışa benzeyen bir evi ve moda dergilerinden fırlamışa benzeyen de bir kocası. Adı Cem (Mehmet Kurtuluş).

Evde

Yazının Devamı

Saldırganın serbest kalması ne demek?

15 Aralık 2016

Artık sıradan bir olay haline geldi. Hoşuna gitmeyen bir etkinlik oldu mu, satır, döner bıçağı artık elinin altında kesici delici ne varsa alıp kapısına dayanıyorsun. Beraberinde kendince hangi bam teline basıldığını düşünüyorsan ona uygun sloganlar atarak.

Gelgelelim neye dayandırırsan dayandır, bir yere elinde satırla dalıp camları indirmek saldırıdır. Ve bir cezası olması beklenir.

Fazıl Say’ın İzmir Ahmed Adnan Saygun Sanat Merkezi’ndeki konserine “Millet yasta, siz burada eğleniyorsunuz” diye satırla saldıran vatandaş ertesi gün neden sokakta o halde?

Burada farkındaysanız, Fazıl Say’ın 17 Aralık’ta Almanya’da Beethoven ödülünü alacak, dünya çapında yüzümüzü ağartan bir müzik adamı olmasına değinmiyorum bile. Onun kimliğinden bağımsız olarak, ortada planlı, izinli bir sanat etkinliği var ve istediğin gibi saldırabiliyorsun ona, bundan söz ediyorum. Tehlike orada çünkü.

Haberlere göre, saldırgan polisteki sorgusunun ardından “Hakkında şikâyet olmadığı için” serbest bırakılmış. Ne demiş olabilir sorguda bu kadar ikna edici? “Memur bey, o kadar acılıydım ki orada eğlenmelerine içim el vermedi” mi? Sanki sokakta horon tepiyor insanlar. Belli ki etkinlik takip edilmiş, saldırı önceden

Yazının Devamı

Erdemler mi, otorite mi?

14 Aralık 2016

Bir yönetici için hangisi makbuldür? Yanında çalışanlarca sevilen, eşitlikçi bir yönetim anlayışı benimsemiş, adil, dürüst ve erdemli bir insan olarak anılmak mı? Yoksa her şeyden önce korkulan, sözünün üstüne söz söylenemeyen, dediği dedik bir otorite figürü olarak bilinmek mi?

Petrof ilkiydi. Yaşadığı kasabanın en yetkili mevki sahibi adamı olarak işlerini ikinci üçüncü katiplerinin üstüne atmaktansa ilk elden halleden, telefonunu kendi açan, devletin tahsis ettiği aracı özel işlerinde kullanmayı aklından bile geçirmeyen, kahvaltısını yanında çalışanlarla birlikte eden, kendi deyişiyle ‘insanlara kağıtlardan çok inanan’ bir adamdı.

Görseniz, ‘yönetici’ demezdiniz, senin benim gibi biriydi. Seviliyor muydu? Evet. Ama ya otorite? Güç?

Bir imza için elli kere geri göndermediği, bir ay kapılarda bekletmediği halka bile beğendiremiyordu kendisini. Mevki sahibi adam öyle mi olurdu? Bu kadar kolay ulaşılabildiğine göre matah biri olmasa gerekti.

‘Hizaya getirilme’ süreci

Hele hele bürokrasinin çarkının dişlileri için, gerçek bir tehlike, bir ‘kötü örnek’ti. İşlerin bu kadar kolay hallolabildiği bir fark edilirse düzen altüst olurdu maazallah. Petrof’u ‘iyi insan’lıktan çıkarmanın bir yolu

Yazının Devamı

Korku aynı korku yas aynı yas

12 Aralık 2016

Bir cumartesi gecesi... Kışa rağmen hava güzel, uzun bir zamandan sonra güneşli birkaç gün yaşamış şehir. Ama soğuktan ama ekonomik sebeplerden ya da korkudan evlerine tıkılıp kalan insanlara bir şevk gelmiş, sokaklar cıvıl cıvıl. Parklar da öyle.

Üsküdar’da iki üç delikanlı, banka oturmuş gitar çalıp şarkı söylüyorlar. En evrensel genç insan eğlencesi. Bir tanesi de cep telefonuyla kaydediyor arkadaşının söylediği şarkıyı.

Bir anda karşı kıyıdan bir alev topu yansıyor kameraya. “Bir şey patladı” oluyor ilk tepki. Arkadan korkunç bir gürültü. Bir şey patladı sahiden. Şaşırmıyor kimse, işte burası ‘evrensel’ değil: “Yine patlattılar bir yeri”. “Boşverin hadi eve gidelim”. Ne olduğunu anlamaya bile çalışmıyorlar o anda. Önce güvenli evlerine dönsünler. Korku, bütün çıplaklığıyla yansıyor kameraya. Korku, evrensel.

Taksim’de bir otelin üst katlarında ya bir davet, ya bir parti. Pencereden şehri izliyor bir grup, Boğaz’ı. İngilizce konuşmalar duyuluyor. Birden İstanbul’un o güzelim silueti alev alev yanmaya başlıyor. Aynı patlama şehrin diğer yakasından da yansıyor kameraya.

“Aman tanrım”larla, “Camdan uzak dursak daha iyi değil mi?”ler karışıyor. Burada da şaşkınlık yok. Belli ki

Yazının Devamı

Dersimiz imkânsız aşk

9 Aralık 2016

Düşman ailelerin talihsiz çocukları, kâh yazıldıkları zamanın kahramanları olarak çıkarlar karşımıza, kâh ‘Batı Yakasının Hikâyesi’nde ya da Baz Luhrmann’ın 1996 yapımı filminde olduğu gibi, oynandığı dönemin ruhunu taşıyarak. Yüzyıllar geçse de değişmeyen bir şey vardır çünkü: İnsanoğlu denen yaratık anlamsızca kin gütmeye, aşk denen duygu da buna meydan okumaya devam eder. Kazanır ya da kaybeder, ama ısrarla dener.

İşte bu yüzden, İngiltere ve Türkiye’de son yıllarda yaptığı işlerle yüzakı yönetmenlerimizden olan Serdar Biliş’in yine yüzakı kurumumuz Bursa Nilüfer Belediyesi Tiyatro’da Shakespeare’in 400. ölüm yıldönümü dolayısıyla sahnelediği ‘Romeo ve Juliet’i günümüze taşıması son derece isabetli bir tercih. Dilini Ahmet Sami Özbudak gibi başarılı bir Oyun yazarına emanet ederek güncelleştirmesi de öyle.

Mutsuz sona dörtnala

Kanı deli akan iki genç âşığı bir lise sınıfına yerleştirmiş Serdar Biliş. Siz deyin Shakespeare’in Verona’sında, ben diyeyim yönetmenin Verona’yı tanımladığı gibi “Derinden polarize olmuş, bölünmüş bir toplumun iki yakasının birbirlerine nefretle baktığı, totaliter bir yönetimin sokaklara hükmettiği, yeni kuşağa miras kalan intikam kültürünün gencecik

Yazının Devamı

Çocuk sahibi olduğunuza pişman mısınız?

8 Aralık 2016

‘Belli’ bir yaşa gelen her kadın yaşayarak öğrenir ki bu hayatta ya çocuk doğurman ya da neden doğurmadığını yakın uzak, dost düşman demeden önüne gelene izah etmen gerekir. Sorarlar çünkü. Bu kadar özel bir konuda pervasızca sorgularlar seni. Ve “İstemedim” bir cevap olarak kabul edilmez. Mutlaka başını öne eğmen, bir gerekçe üretmen, tabii ki aslında istemiş olduğunu ama şu veya bu sebepten bu şansa erişemediğini açıklaman beklenir.

Tabii ki aynı soruyu sen anne olanlara soramazsın. “Neden istedin?” denmez, “Doğurmamış olmayı tercih eder miydin?” ise akıldan bile geçirilemez, küfüre girer.
Ama işte Fransız yazar Corinne Maier iki çocuk annesi bir kadın olarak belli ki kendisine bunu sormuş ve bulduğu cevapları da kaleme almış.

Dört yıldır kadınların sesini daha fazla duyurmayı amaçlayan ‘100 Kadın’ sezonunu düzenleyen BBC, bu kapsamda önce bu yazıyı yayımladı, arkasından da anne babalara “Çocuk sahibi olduğunuz için pişman mısınız?” diye sorarak bir tartışma başlattı. Dünyanın dört bir yanından pişman ebeveynler de deneyimlerini paylaşıyor şimdi. Bayağı da çoklar.

Fitili ateşleyen Corinne Maier, çocuklarını çok seven bir anne olarak kesinlikle hiç doğurmamış olmayı tercih

Yazının Devamı

Muhbirlikte son nokta

5 Aralık 2016

Aziz Nesin’in bir hikayesi vardır; “Havadan Sudan” diye. Adamın biri vapurla karşıya geçerken yanına biri oturur. Oturduğu gibi de muhabbete başlar, “Havalar da sıcak gidiyor” gibi bir yerden. Bizim adamın hiç sohbet edesi yok, önce ses etmez. Ama bu durdurmaz karşısındakini, “Havalar diyorum...” diye yineleyip bir de “Değil mi efendim?” ekler sonuna. Savuşturmak için başını sallar bizimki, ne mümkün, vatandaş dolu. Havalardan suya, oradan yağışlara geçer, cevap alamadığında adamın böğrüne dirsek atıp “Değil mi?” diyerek onaylatır. Bir bakar ki kahramanımız, vapur yanaşmadan hayat pahalılığına, oradan hükümete gelmiş konu. Nasıl olmuş? İşte, “Hükümet idare edemiyor değil mi efendim?”den “Her şey pahalılanıyor, ne diyorsunuz, öyle değil mi?”lere geçerek.

Adam sadece aksini iddia etmek de bir söz alışverişi gerektireceği için kafa sallayarak tamamlar yolculuğu. Vapurdan indikten beş dakika sonra polis tarafından durdurulur ve karakola ifade vermeye çağrılır. Hükümeti eleştirdiği için! Sonunda kendisini şikayet eden adama sorar “Neden yaptın bunu?” diye, “Senden önce davrandım, ya sen beni şikayet edersen diye” cevabını alır. Biz de kahkahayla güleriz, öykü biter.

Ama gerçek hayatta

Yazının Devamı