Korkunç bir görüntü sahiden. Bir alışveriş merkezinin güvenlik kontrol noktasında üç tane adam yaka paça sürükledikleri bir delikanlıyı dövüyorlar. Öyle ufak bir itişme falan değil, basbayağı tekme tokat. Adam tek, onlar üçü. Bir vatandaş cep telefonuyla çekmiş, NTV’de izliyoruz.
Sonra anlıyoruz ki dayak yiyen genç, AVM’nin güvenlik görevlisi. Hani görevi oranın güvenliğini sağlamak olan. Kapıya bir X-ray cihazı konuyor ya, çantanda silahtır, kesici - delici alettir, patlayıcı maddedir, bunlarla giremeyesin diye. Eğer geçerken cihaz öterse, güvenlik görevlisi seni durdurup üstünü arıyor. Bunu yapmakla mükellef, işi bu.
Beş yaş çocuğuna anlatır gibi anlatıyorum çünkü olanları nereden bakarsan bak, anlamak mümkün değil. Adam, her zamanki gibi işini yapmış, cihazın ötmesine neden olan üç kişiyi durdurup üzerlerindeki metalleri cihaza bırakarak tekrar geçmelerini istemiş. Üzerlerindeki ‘metaller’ silah.
İtiraz ediyorlar. “Biz” diyorlar, “polisiz”. Güvenlik görevlisi de o anda yapması gereken tek şeyi yapıyor, kimliklerini görmek istiyor. Göstermiyorlar. Israr ediyor, dövüyorlar. Olay bu. Yani özetlersek; birinci önceliği vatandaşın can güvenliği olması gereken polis, bunu
Hani ilkokul, bilemedin ortaokul çağında birinden hoşlanma belirtisi ‘saçını çekmek’tir ya... Sınıftaki yakışıklı oğlan size ne kadar kötü davranıyorsa, aslında o kadar beğeniyor demektir. Saç çekmek en belirgini, çelme takmak, su tabancasıyla ıslatmak da onu izleyenler.
Bunu tabii o zaman anlamazsın, “Ne istiyor bu çocuk benden?” diye üzülürsün, büyüyünce ayarsın. Neyse, zaten anlasan ne olacak, o sırada sen de ona omuz silkmekle, burun bükmekle, aslında hiç yanından ayrılmak istemediğin çocuğu “Git buradan, salak şey” diye kovalamakla meşgulsündür. Çocukluğun şanından işte, ne yapacağını bilmemekten, “Bir şey hissediyorum da teşhis edemiyorum, nedir bu başıma gelen tanımadığım şey?” diye debelenmekten.
Ve fakat bu sevdiğini tepme halinin o yaşlarda kalması gerektiğinde hemfikiriz, değil mi? Yetişkin olduğunda aşk karşındakini dövdükçe serpilip gelişen bir şey değil. Hal böyleyken neden dizilerimizde kızlar oğlanları, oğlanlar kızları itip kakıp duruyor?
Aynı döngü bütün romantik dizilerimizde mevcut
Geçen hafta tüm Türkiye gibi ‘Cesur ve Güzel’i izliyorum, bir kurtarma sahnesiyle başladı, dizinin Cesur’u Kıvanç Tatlıtuğ, ‘Güzel’i Tuba Büyüküstün’ü atıyla beraber aşağıya uçmaktan
Öyle sade, öyle su gibi anlatıyor ki, müthiş inandırıcı geliyor her söylediği. İnsanın hayal ve sebat ederse her şeyi başarabileceğine ikna ediyor karşısındakini. Hani herkes der, “İstersen yaparsın” diye ama onunki kadar sahici olmaz.
Önce 1957’de Adana’nın bir köyünde; adı Çelemli olsun, 10 kardeşin biri olarak dünyaya gelmiş olman gerekir. Kız çocuğu olarak üstelik. Adın Ümmiye.
Kızların bırak okula gitmeyi, sokağa çıkmasının bile hoş karşılanmadığı bir köy. Bir tek ev işi yapıyorlar baba evinde, zamanı gelince de koca evine terfi oluyorlar.
Günün birinde camiden bir anons yapılır. Her evden bir kız çocuğu ille okula gönderilecek, cezası var aksi halde ana babaya. On kardeş içinde bizim hikayemizin kahramanına çıkar piyango, yedi sekiz yaşında o sıralar, ilkokula başlar. Hayata değişecek değil ya, okuma yazmayı öğrenecek hiç değilse.
Ama sen hayatını değiştirmeyi aklına koymayagör, bazen bir kitap, bazen bir oyun suyun yönünü çeviriverir tersine. Öğretmeninin odasından almaya yolladığı kitap oluyor bizim kahramanımız için bu. Kapağında kırışık yüzlü, aynı anası gibi bir kadın. Sınıfa gidene kadar sayfaları karıştırır, kendisini o hikayenin içinde hayal eder, karakterlere sınıf
Bize niye gelsinler canım? Biz kimsenin etlisine sütlüsüne karışmıyoruz ki!”
“Bulaşmayacaksın, bulaştın mı kötü. Kendi halimizdeyiz biz.”
“Bizimki sessizdir zaten, kimseye ‘Kaşının altında gözün var’ demez. Evinden dairesine, dairesinden evine.”
Üç tane kadın, ellerinde örgüleri, çay sohbetindeler. Ama ne sohbet, birinin gümüşleri, ötekinin acem halıları, berikinin kürkü, başka konu yok. Bir de pek değerli etliye sütlüye bulaşmayan, uysal kocaları. Böyle tamamen kendi evleri kendi oturma odaları içinde geçen, kendi hayatları.
O sırada dışarıda kıyamet kopuyor, umurlarında değil. Arada sesler geliyor, korkup daha da tıkıyorlar kapıyı bacayı, aman dış dünya sızamasın evlerine. İnsanlar birbirini yiyormuş, onlara ne? Onlar mı dedi “Birbirinizi yiyin” diye?
Birileri acı çekerken mutlu olmak
Adalet Ağaoğlu, 1971 yılında yazmış tek perdelik oyunu ‘Kozalar’ı. Tiyatro Pangar alıp 2016 yılında sergiliyor, değiştirilecek tek bir kelime yok neredeyse. Gene dış dünyada kopan kıyametler, gene hayali düşmanlar, gene kendi kozasını örüp içine saklanırsa olan bitenin kendisine bulaşmayacağına inanan insanlar.
Pangar’ın prömiyerini Avignon’da yaparak yüzümüzü ağartan, şimdi de yolculuğuna İstanbul’da Zorl
Çok şükür, flaş haberden yana hiçbir sıkıntısı olmayan, her sabah yeni bir ‘son dakika’ bombasıyla gözünü açan güzel ülkem, bu sefer yalnız hissetmedi kendini. Bütün dünya ABD başkanlık seçim sonuçlarının şokuyla açtı gözünü 9 Kasım sabahına.
45. Başkan Donald Trump’ın sevmediği iki şey var; yabancılar ve kadınlar. Galiba ikincisi biraz daha fazla. Nitekim Independent gazetesi ilk haberi verdiği tweet’inde “Amerikalılar kadınlardan bu kadar mı nefret ediyormuş?” yorumunu yapmıştı. Başka açıklama bulamamışlar belli ki bu seçime.
Çünkü normal şartlarda, ne diyelim, başka bir dünyada sırf kadınlar hakkında on yıllardır sarf ettiği inciler Trump’ın oylarına engel olmalıydı.
Evlilik sözleşmesi imzalamayı reddeden kadınları hesapçı, karşılarındaki erkekleri enayi ilan eden o, hoşlanmadığı kadınları ‘şişman domuz’, ‘köpek’ ve benzeri sıfatlarla tanımlayan o, estetik anlayışını tanımlarken ‘bina’larla kadınları aynı kefeye koyan, bebeğini emzirmek için duruşmaya ara verilmesini isteyen avukatı ‘iğrenç’ bulan, seksi bir kız arkadaşa sahip olmanın faydalarını “Yanında genç ve güzel bir popo olduktan sonra medyada hakkında ne yazıldığı önemli değil” diye açıklayan, Arianna Huffington için
İçinizde en derinde sakladığınız, ayrılmaz bir parçanız olan tutkunuzu düşünün. Hani yapmazsanız delireceğinize inandığınız.
Herkes onu bulup ortaya çıkaracak kadar şanslı olmaz tabii, içinde gerçekleşmemiş hayallerle yarım yamalak tamamlar ömrünü. Ama bulduysa da bir kere, artık
o olmadan eksik insandır.
Marquis de Sade (1740-1814) için yazmak böyle bir şey. Gem vurulmaya çalışıldıkça azan, yasaklandıkça coşan bir dürtü. Aristokrat bir aileden geliyor, askeri ve dini eğitim almış. Felsefeci, romancı, politika yazarı ama daha çok ‘erotik’ hatta ‘pornografik’ metinleriyle tanınıyor. ‘Sadizm’, adını ondan alıyor. Ve bu sayede bütün rejimlerce tehlikeli bulunuyor. Hani yönetimler gelip geçiyor, Marquis de Sade hep içeride. Muhtelif sebeplerle, 74 yıllık hayatının 27 yılını hapishane ve akıl hastanelerinde geçiriyor.
‘Tehlikeli’ bulunuyor yazdıkları, zararlı bulunuyor, susturulması gerekiyor kaleminden taşan ‘zehirli’ fikirlerin. İnsanoğlunun kelimelerle savaşı yeni değil tabii. Ama şu da yeni değil: Akacak kan damarda durmadığı gibi, Marquis de Sade’ın cümleleri de bir yol bulup taşıyor aklından dışarıya.
Tatbikat Sahnesi’nin İstanbul Uniq Istanbul’daki ilk oyunu ‘Tüy Kalemler’
Böyle bir tarz doğdu ülkede: Canınızı sıkan, kafanıza uymayan bir şey olduğunda hemen ‘gerekeni yapıyorsunuz’. Bizzat kendiniz yapıyorsunuz, evet. Hakkınız var buna, her şeyi devletten beklemeyin.
Gereken ne mi? Orası tamamen sizin paşa gönlünüze, kendinizi ifade etmek için seçtiğiniz yöntemlere, şiddet yanlısı olup olmamanıza göre değişir. Bir de karşınızdakinin mesajı alma hızına tabii. Biliyorsunuz, tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir.
Benimsemediğiniz, hoşlanmadığınız bir topluluk; diyelim eşcinseller yürüyüş mü yapacak, hemen tehdit ediyorsunuz mesela. Paşa paşa vazgeçsinler, getirtmesinler sizi oraya, fena olur. Çoluk var çocuk var, kötü örnek olmasınlar, bu toplumun değerlerine uygun davransınlar. Bakın eve kapansınlar demiyorsunuz, gene çıksınlar ama teker teker ve taşkınlık yapmadan. Aksi halde gereken yapılır.
Otobüste karşınızda oturan, sokakta yanınızdan geçen kadının kıyafetini mi beğenmediniz, eteğini kısa, dekoltesini fazla mı buldunuz? Homurdanıyorsunuz önce, uyarıyorsunuz. Baktınız hemen kadınlığını bilip yanlışını anlayıp kendisine çekidüzen vermedi, günah sizden gitti artık. Yumrukla mı uyarırsınız, uçan tekmeyle mi, artık o anki dürtülerinize bağlı.
Hikayesi tükenmiş, ana karakterleri ayrılmış, artık gidecek tek bir adımı kalmamış diziler ciklet gibi uzadıkça uzuyor; nerede eli yüzü düzgün, merakla takip edilen dizi var, onu kaldırıyorlar. Misal, ‘Arkadaşlar İyidir’. Sosyal medyadan olsun, kendi çevremde konuşulanlardan olsun, müdavim kitlesi bulunduğunu bildiğim, iyi yazılan, çok iyi oynanan ve merakla izlenen bir projeydi.
Yaratıcı yönetmen Zeynep Günay Tan’ı, yönetmen Deniz Koloş’u, senaryo yazarı Ekin Atalar’ı kutlamak lazım. Hiçbir hikaye diğerinin önüne geçmiyor, her biri bağımsız ilerlerken birbirine ustaca değiyor, basbayağı keyifle izleniyordu.
Daha Ayşe (Didem İnselel) ile Tarık Hoca’nın (Emre Karayel) flörtü yeni başlıyordu; Eren (İdris Nabi Taşkan) ile Gizem (Su Kutlu) yaralarını sarıyordu; Seda (Aslı Melisa Uzun) sevginin baktığı yerde değil, başkasında olduğunu keşfedecekti; Yunus (Akın Akınözü) öz annesini bulacaktı; Sema (Pınar Çağlar Gençtürk) kendi kıymetinin farkına varıp, hayırsız kocadan kurtulacaktı Candan (Neslihan Yeldan) yeniden hayata tutunacaktı; Leyla (Ece Dizdar) kızından ve Arda’dan aldığı derslerle görünenin arkasına bakmayı öğrenecekti belki...
Final haberi son gün gelmiş!
O bayıldığımız Merve