Anne baba olarak gözün gibi bakarak büyüttüğün çocuğunu yaşadığın yerde okul olmadığı için bir iki saatlik mesafeye, okumaya yolluyorsun. İlk kez ayrı kalıyorsun evladından, bağrına taş basarak. Gelecek umutlarını bağlamışsın çünkü, o okuyacak, öğretmen olacak, avukat olacak, belki doktor olacak, Cennet gibi.
11 yaşındaki Cennet’in belediye işçisi babası Mehmet Karataş Al Jazeera’den Umay Aktaş Salman’a konuşmuş, bir babanın olması gereken son yerde; kızının cesedini teşhis etmeye geldiği Adana Adli Tıp Kurumu’nda.
Okurken insanın nefesi kesiliyor, “Geleceğimdi benim” diyor; “Sıcakkanlı, öyle güzel bir çocuktu ki ömrüm boyunca unutamam. Hangi liseyi kazanırsa imkânlarımı zorlayıp yollayacaktım ileride. Durumumuz yok ama elimden geleni yapacaktım.”
Şimdi bu babaya neyi anlatıyorsunuz? Aladağ’daki tek yurt seçeneği bu. Devlet yurdu binası yıkık olduğu için boşaltılmış, diyorsun ki “Senin çocuğun ya bu yurtta kalacak, ya okuyamayacak”. Güvenmek zorunda.
Ve bir gece, canını emanet ettiği binada yangın çıkıyor, güle oynaya okumaya yolladığı çocuğunun cenazesini teslim almaya geliyor.
Rivayet muhtelif ama ilk andan beri en kuvvetli iddia, yangın merdiveni kilitli olduğu için çocukların
Ülke ve tabii dünya olarak neşesiz günler geçirdiğimiz aşikar, biraz heyecana ne kadar ihtiyacımızın olduğu da pazar gecesi pazartesi sabahına bağlanırken peydah olan UFO saldırısı iddasıyla ortaya çıktı.
Gecenin bir vakti Twitter’da muhtelif şehirlerden fotoğraflar paylaşılmaya başlandı. Sigara içmeye balkona çıkan, gökyüzüne kitlenip kalıyordu: “Burası Erzurum, şu gördüğüm ışıklar ne?” Bakıyoruz, gökte 4-5 tane ‘tanımlanamayan’ ışık. Yıldız desen değil, uçak desen değil.
Hop, aynı ışıklar Adana’da, Ankara’da, Konya’da, bütün Türkiye semalarında. Birden uykusuz Twitter ahalisi ‘ufoattacktoturkey’ etiketinin altında içini dökmeye başladı.
E.T ile büyümüş bir nesil olarak zaten hep özlemini çekmişizdir ya, uzaylı arkadaşımızın yanına sığışıp maceraya atılacağımız anı, meğer an da bu anmış.
Birden bir heyecan fırtınası attırdı sosyal medyanın üzerindeki ölü toprağını. Bir canlılık, bir gece yarısı trafiği, öyle böyle değil.
Bir kısım kendisini gösterip, “Beni de alın yanınıza sevgili UFO kardeşlerim” diye sesini duyurma derdinde, diğerleri “Fırsat bu fırsat” deyip söyleyemediği ne varsa UFO’lu cümlelerle dile getirmeye çalışıyor. Mizah almış yürümüş.
Uzaylı arkadaşların dolar
Yıl 2012 olmalı, Antalya Altın Portakal Film Festivali’ndeyiz ve festivalin tartışmasız en renkli konuğu Ahu Tuğba. Bir bakıyorsun elinde papağanıyla kortejde halkı selamlıyor, bir bakıyorsun başında siyah eşarbı, Yeşilçam emekçilerinin mezarı başında dua ediyor. Hem de festival boyunca yanından ayrılmayan ünlü Alman oyuncu Udo Kier ile birlikte.
Kier sabah kahvaltıya iner inmez “Sarışın aktris nerede?” diye soruyormuş, ben görgü tanıklarının yalancısıyım. Ahu Tuğba’nın attığı her adım haber oluyor, star edasını bir an terk etmiyor, çünkü onlar öyle bir kuşaktı. Yıllarca sinemadan uzak kalsalar da unutulmayanlardan.
Peki şimdi biz Ahu Tuğba’nın nesini beğenmiyoruz? Biz derken Antalya Belediye Başkanı Menderes Türel’in sözlerini kastediyorum. “Ahu Tuğba’nın ödül verdiği festivallerden Harvey Keitel’in ödül verdiği festivallere geldik” demiş.
Harvey Keitel’in Antalya’ya gelmiş olması elbette şahane bir şey. Yine Türel’in ilk belediye başkanlığı döneminde Kevin Spacey’ler, Adrian Brody’ler, Mickey Rourke’lar da görmüştük Altın Portakal’da. Bu yıl 15 Hollywood yıldızı gelmiş. Ne mutlu, artsın, eksilmesin. Ve fakat bu Ahu Tuğba’nın değerini düşürür mü?
O da Hollywood’un değil ama bu
Yıl 2008 imiş, ben Altıdan Sonra Tiyatro’nun ‘444’ünü izlemişim, “Belleğinizi kimseye
emanet etmeyin” diye bir yazı yazmışım üzerine, “Yoksa sizi şekillendirme hakkını da vermiş olursunuz ellerine.” Hafızasız toplum olmak, “Ya ben her şeyi unutuyorum”; marifet değil bunlar. İyilikleri de unutmayın, kötülükleri de. “Deve kini taşıyın” demiyorum. Hatırlayın, bilerek affedin istiyorsanız.
Yıl 2016, ben bir kez daha ‘444’ü izliyorum. Toplum daha da hafızasız bugün. Her şeyi unutuyoruz gene. Yoksa “Unutursak kalbimiz kurusun” olur muydu, dilimize pelesenk olan söz? Unutuyoruz ve biliyoruz ayıbımızı. Kalbimiz de kuruyor büyük ihtimalle, farkında değiliz.
Yiğit Sertdemir’in 2007’de yazdığı dördüncü oyunu ‘444’, bir çağrı merkezinde geçiyor. Size sözde önemsediğiniz ama nedense aklınızda tutamadığınız envai çeşit şeyi hatırlatmakla yükümlü bir sistemin şikayet merkezi.
Hani bütün hayatını oraya yükle ve unut türünden. Sonra sistemde bir karışıklık oldu mu, hepsi sıfırlansın. Seçimlerde hangi partiye oy vereceksin, ondan bile emin değilsin artık.
İsteyen sana yeni bir geçmiş ve gelecek yazabilir. Bir hatırlatma mesajına bakar.
Yiğit Sertdemir ile Gülhan Kadim’in oynadığı ‘444’
Bir türlü kadınlar konusunda doğru düzgün bir cümle kurulamıyor memlekette, genlerde yok. Niyet ne olursa olsun, cinsiyetçilik kayasına toslamadan dile getiremiyorlar.
Yani şimdi ihtiyaç var mı bunca ayrımcı söylemin içinde bir de Kemal Kılıçdaroğlu’nun çıkıp “Kadınlardan korkan birisine erkek denmez” gibi ağzına da oturmayan bir cümle kurmasına? Haber değeri bile yok, benzerlerinden her gün onlarca duyuyoruz.
Niyeti kötü değil belli ki. Grup toplantısında kadınlara sesleniyor. “Şeref verdiniz, onur verdiniz, başımızın üstünde yeriniz var. Sizler geldiniz diye, TBMM’nin ses sistemini bozdular, sesimiz duyulmasın diye.”
“Sizin sesinizden korktular” diyor yani.
Ondan sonra Meclis Başkanı’na yöneliyor: “Parlamentoda bir siyasal partinin her hafta düzenlediği bir toplantıyı sabote edene ses çıkarmayan, arkasında duran kişiye meclis başkanı denemez. Hele hele kadınlardan korkan birisine erkek denemez.”
Buyurunuz. Hani neresinden tutabiliriz? ‘Erkeğin’ cesaret timsali, dürüst, ahlaklı kimse olmasından mı? Kadının güçsüz, zayıf, ‘korkulmayacak’ bir varlık olmasından mı? Çünkü belli ki korku salmak iyi bir şey. Ama erkekten korkulur, kadından korkulmaz. Erkek adam hele hiç korkmaz. Yok,
Meşhur hikayedir; Bernard Shaw ‘Pygmalion’ oyununun galası için Winston Churchill’e davetiye gönderir, yanında da bir not: “Davetiye iki kişiliktir, bir dostunuzla birlikte gelin, tabii eğer var ise.” Churchill’den cevap gelir: “Maalesef o gün doluyum, ikinci oyuna gelirim, tabii olur ise.”
Biz bu hikayeyi en son Yılmaz Erdoğan’dan dinledik, İstanbul Komedi Festivali’nin kapanışını yapan yeni tek kişilik gösterisinde. Adını ‘Münaşaka’ koymuş gerçekçi adam, “Münakaşa etmeyin” demiyor da, “İçinden şakasını eksik etmeyin” diyor. Shaw ile Churchill gibi. Hani çekişmenin de, itişmenin de bir zarafeti ve de mizahı olabilir, tabii eğer istenir ise.
12 yıl olmuş Yılmaz Erdoğan sahneye çıkmayalı, halbuki biz onu orada sevmiştik. O zamanlar dev bir daktilo vardı orta yerde, şimdi tabii bilgisayara dönüşmüş. İki perdelik, iki saatlik bir gösterinin seyirciyle buluştuğu ilk geceydi.
Evet zaman zaman sıradaki anekdot için notlarına bakması gerekti, özellikle birinci perdede hikaye aralarında es’ler oldu ama hiçbiri onun bunları da bir şekilde hoş göstererek savuşturabilecek bir sahne insanı olduğu gerçeğini değiştirmiyor.
‘Ara’ bitmiştir umarım....
Uzunca bir teknoloji bölümüyle başlıyor gösteri
İETT’nin kadınlara dair yeni gece uygulaması tartışmalar eşliğinde başlamış bulunuyor. CHP’li İBB Meclis Üyesi Esin Hacıalioğlu’nun meclise sunduğu teklif, saat 22.00’den sonra kadın yolcuların durak olmasa da istedikleri yerde inebilmelerini sağlıyor. Böylece daha az mesafe yürüyecek ve belki o sırada başına gelebilecekler bir nebze azaltılmış olacak.
Tabii bu arada otobüsün içinde güvende olduğunu, çenesine uçan tekme yemediğini, evde de onu tecavüzcüsünün ya da işkencecisinin beklemediğini varsayıyoruz. Diyelim ki tehlike ‘sokakta’ yani. O zaman bu uygulama faydalı mı?
Bugüne kadar ‘pembe taksi’ydi, ‘otobüstü’ gibi kadını tecrit etmeye dayanan fikirlere karşı çıkan bir kadın olarak, bu uygulamanın bugünün Türkiyesi’nde çok yanlış olmadığını düşünüyorum. Tabii bunu söylerken içim kan ağlayarak. Evet, cinsiyetçi ama rica ederim, ne değil ki?
Kadınların türlü şiddete maruz kaldığı, neredeyse her alanda geri plana itildiği, tamamen kendilerine ait olması gereken kararlara bile erkeklerin karıştığı, tartışma programlarında en kadına dair meselelerin erkek erkeğe konuşulduğu bir düzende kadının otobüsten istediği yerde inebilmesinin lafı mı olur?
Keşke “Yürüsün canım, korkacak bir şey
Gülmeye, evet hem de bir şeye birlikte gülmeye deli gibi ihtiyacımız olan şu günlerde; BKM’nin Türkiye’nin ilk uluslararası komedi festivalini düzenlemesinin eşsiz bir hizmet olduğunu düşünüyorum. “Efendim gülecek halimiz mi var?” Evet, tam da o halimiz olmak zorunda. Ruh sağlığımızı kurtaracak olan da, insanlığa inancımızı tazeleyecek olan da bu. Kahkahamızı terk etmemek.
Mesela Eddie Izzard ile bir gece geçirmek. İngiltere’nin bu müthiş komedyeninin yüksek topuklarıyla dolaştığı 28 ülkeden biri olmak. Kendisini kâh “Travesti’, kah “Erkek lezbiyen” ya da “Her neyse işte, isimleri sürekli değişiyor” diye tanımlayan, aslında
etiketlerin hepsini ters yüz eden Izzard, hiçbir hikayenin orada tesadüfen bulunmadığını sonunda hepsi birbirine bir şekilde bağlandığında anladığın, Roma tarihinden ‘Yüzüklerin Efendisi’ne, güncel politikadan mitolojiye su gibi akan iki saatlik gösterisi ‘Force Majeure’ ile İstanbul Uniq Hall’daydı önceki gece.
Üzücü, salonun tamamı dolu değildi, sevindirici, çok gülen, eğlenen bir seyirci vardı. Olanca görkemi, deri eteği, topuklu çizmeleri ve kırmızı rujuyla çıktığı sahnede saldırgan olmadan provokatif nasıl olunur, din, cinsel kimlik ve roller, politika gibi