Sade döşenmiş bir oturma odası, sehpanın üstünde sanat kitapları ve kırmızı laleler. Etrafında dört eğitimli, nazik insan sohbet etmekte. Annette ile Alain, Veronique ile Michel, iki evli çift. Kahveler içiliyor, kekler yeniyor, son derece ‘medeni’ bir ortam.
Yalnız bir araya gelme sebepleri bir garip. Annette ile Alain Reille’in 11 yaşındaki oğulları Ferdinand, Veronique ile Michel Houillie’nin oğulları Bruno’nun suratına sopayla vurarak dudağının patlamasına, iki dişinin kırılmasına, birinin sinirinin zedelenmesine neden olmuş. Çiftlerimiz de bir araya gelip ‘medeni’ bir şekilde olayı tatlıya bağlamaya çalışıyorlar.
Fakat daha sigortaya verecekleri dilekçede geçen ‘Bir sopayla silahlanmış olarak’ cümlesindeki ‘silahlanmış’ sözcüğünden başlayarak sevimsiz bir hava esmeye başlıyor ortalıkta. Onu büyük bir olgunlukla atlatıyorlar ama hemen ardından bir yenisi geliyor. Herkes birbirinin açığını kovalıyor, taşı gediğine koymak için fırsat kolluyor, o başta öve öve bitiremediğimiz ‘birlikte yaşama sanatı’ yalan oluyor. Alışmamış bünyede ‘medeniyet’ zor duruyor özetle.Giderek bu birbirini takdir eden, oğullarının nasıl olup da bu ‘vahşi’ noktaya geldiğini anlayamayan dünya tatlısı
Yasaklanan şeyin cazip hale geldiğini biliyoruz, değil mi? Yani ille biri söylemiştir, ya da çocukken bir an içinizden dalga dalga çimenlere basma isteği gelmiştir, o duyguyu tanırsınız. Komşunun ‘yakalarsa bacağınızı kıracağı’ elma ağacı manavdan alınandan, ‘topunuzun kesilmesi’ pahasına oynadığınız bahçe top sahasından ilginçtir.
Hal böyleyken, nasıl oluyor da büyüdükçe ve elimize imkan geçtikçe her şeyi ‘yasaklarla’ düzenlemeye kalkışıyoruz, anlamak mükün değil. Mersin’de, kaderin bir cilvesi olarak adı ‘İleri’ olan ortaokulun müdürü, kız öğrencilerle erkek öğrencilerin yan yana, aynı sırada oturmasını yasaklamış. DHA’nın haberine göre “Buna herkes uymak zorundadır. Hangi öğrenci ya da veli itiraz ederse müdür beyin talimatıdır denecek” diye de açıklamada bulunmuş.
Bu yasakla ne amaçlanıyor olabilir? Ne gibi bir sakınca var yan yana oturmalarında, sınıf arkadaşı bunlar. Bu arada kendi hallerine bıraksan hepsi sıra arkadaşı olarak zaten hemcinslerini tercih eder muhtemelen, daha çok paylaşacak şeyleri var diye ama böyle yaparak o yaşta bir ‘karşı cins’, bir ‘uzak durulması gereken, yasak olan kimse’ kodlaması yaratılıyor beyinlerinde. ‘Bu senden farklı bir yaratık, bununla
Hakkari Belediye Reisi Aziz Özay ‘Dediği dedik, çaldığı düdük’ sözünün vücut bulmuş hali. Etrafında kendisine boyun eğmeyen hiçbir şeye tahammülü yok. Dilere destan bahçesindeki ekşi elma ağaçları buna dahil düşünün, aşı tutmayanın ‘kellesini uçuruveriyor’, hem de azarlamayı da ihmal etmeyerek. İlla hepsi tatlı olacak, olduğu gibi kalmakta ısrar etmek de neyin nesi?
Tabii elma ağaçlarına hükmetmeye kalkan, etinin de kemiğinin de kendisine ait olduğuna inandığı kızlarına ne yapmaz? Güzellikleriyle ünlü üç kızı var Aziz Bey’in; büyükten küçüğe Safiye (Songül Öden), Türkan (Şükran Ovalı), Muazzez (Farah Zeynep Abdullah). Ne genç kızlıklarını yaşamalarına izin var, ne gelecek hayalleri kurmalarına. Başları önde, babalarına hizmet ederek o evdeki günlerini tamamlayacak, sonra gene babalarına benzeyen bir kocaya varacaklar. Öyle istiyor çünkü, damat adayında aradığı kriter, ‘kendisi gibi’ olması. Hayatta birer kez kalpleri birisi için çarpacak oluyor, alıyorlar boylarının ölçüsünü. Anneleri Ayda (Devrim Yakut) zaten hayatta hayal bile etmemiş kocasına “Hayır” demeyi.
Görüntüler rüya gibi
Yılmaz Erdoğan, bu kez anne tarafından esinlenerek yazdığı, yönettiği ve Aziz Özay’ı oynadığı ‘Ekşi
Ben de endişe ediyordum, adamın biri güpegündüz, bir belediye otobüsünde, onlarca insanın gözü önünde bir kadının çenesine tekme attığı için cezalandırılacak mı acaba diye. Yılmaz Erdoğan’ın yeni filmi “Ekşi Elmalar”da söylediği gibi; “Dünyanın sonu gelmiş, bize niye haber vermiyorsunuz?” diye sormanın sırası olacaktı ki ilk duruşmada jet hızıyla tahliye kararı çıktı, içimize su sepildi. Memlekette işler bildiğimiz gibi, rahat edebiliriz.
Zaten savunmayı okuyun, tanık ifadelerine bir göz atın nasıl şenlikli bir ülkede yaşadığımızı anlayın. Medyada ‘tekmeci saldırgan’ diye anılan Abdullah Çakıroğlu, fantastik bir hastalıktan muzdarip. Kendisine göre sara, avukatına göre ‘bipolar’. Nüksettiğinde kendi kendine konuşuyorsun, istem dışı hareketlerde bulunuyorsun, mesela işte karşında oturan kadına tekme atıveriyorsun. Ama “oturuşu müstehcen olduğu için”, bundan da geri adım atmıyor. “İstem dışı oluyor ancak doğrular üzerinden gerçekleşiyor” diyor: “Ortamı bozuyordu. Otobüste aile, ana baba var. Herkesin ruh dünyasını etkiliyordu. Doğruları birinci dereceden Kuran-ı Kerim’den almak zorundayız. Kadının haya perdesinin oluşması için örtüsünün olması gerekiyor. Gayrimüslimim diyorsa
Nobel Akademisi ‘gergin’miş, öyle diyor başlıklar. Nobel Edebiyat Ödülü’ne ‘layık’ görülen Bob Dylan’dan hâlâ bir ses çıkmaması, İsveç Akademisi’nde gerginliğe ve giderek ‘çatlaklara’ neden oluyormuş.
Evet, ödül açıklanalı 10 gün oldu ve dünyanın her köşesinde ilgili-ilgisiz, bilgili-bilgisiz herkes konuşurken, Dylan değil çıkıp ‘gurur duyduğunu’ bildirmek, bu gurura nail olup olmayacağını bile bildirmedi. Akademi ulaşamıyor kendisine, öyle düşünün. Her gün acıklı açıklamalar yapıyorlar, oradan biliyoruz. Yine de umutlar yeşildi, kendisinden basmakalıp bir davranış biçimi zaten bekleyen yoktu. Bob Dylan’dı bu, iki naz yapıp er geç ortaya çıkacaktı, inanıyorduk.
Ancak öyle bir ‘dolaylı’ hareket geldi ki Dylan cephesinden, iyice karıştı kafalar. Önce internet sitesinde, yeni yayınlanacak ‘The Lyrics: 1961-2012’ kitabının tanıtım yazısında ‘2016 Yılı Nobel Edebiyat Ödülü Sahibi’ ibaresi zuhur etti. Sevinçli bir heyecana kapıldık, bu bir kabul
değilse neydi?
Akademiden ‘diplomatik’ açıklama
Çocukken hatırlıyorum, gazetelerde en çok ‘Babasının silahıyla oynarken yanlışlıkla arkadaşını-kardeşini vurdu’ haberleri dikkatimi çekerdi. Aklım almazdı, silahla nasıl oynanır, karşındakini yanlışlıkla öldürmene neden olacak nasıl bir şakalaşma olabilir...
Büyüklerden duyduğum ‘Şeytan doldurur’ lafından çok ürkerdim. Boş diye güvenemezdin, öyle bir şeydi silah.
Bir detay daha vardı bu haberlerde; baba genellikle polis ya da emeklisi olurdu. Çünkü silah öyle her evde peynir ekmekle birlikte bulabileceğin bir şey değildi. ‘Beylik tabanca’ diye anılırdı ve polis evlerinde olurdu. Bulunduğu eve felaket getirmesi de bir anlık boş bulunmana ya da tepenin atmasına bakardı. Ne kadar az kişide olsa o
kadar iyiydi.
Yıllar içinde, hep yanlış yöne doğru ‘gelişen’ cennet vatanımızda tabanca da daha kolay ulaşılabilir hale geldi. Sırf el altında silah bulunuyor diye ölümle biten komşu kavgaları, karı koca çekişmeleri, trafik itişmeleri, intiharlar gördüm, duydum, okudum. Kaç maç sonrası kaç çocuk havaya sıkılan ‘kaza kurşunu’yla öldü.
Lisedeydim kendisiyle tanıştığımda. ‘Ayışığında Çalışkur’ diye bir oyun, Galatasaray Lisesi Tiyatro Kulübü’nde sahneleniyor. Şaşkına döndüğümü hatırlıyorum, öyle farklı bir kurgusu var, o kadar komik ve aynı anda o kadar zekice eleştiriler içeriyor ki, içinde geçtiği Çalışkur Apartmanı sakinlerine ve mahalleliye...
Aynı öyküyü iki kere anlatıyor. Bir olduğu gibi, iki itiraz eden seyircilerin - tabii aslında ‘düzenin’ - isteklerine göre ‘düzeltilmiş’ şekilde.
Misal, birinci perdede kendisi hapisteki kapıcının karısıyla düşüp kalkarken parkta sarmaş dolaş oturan sevgilileri karakola götürmeye çalışan bekçi Zülfikar, ikinci perdede kibar, efendi bir adama dönüşüyor, birbirini seven gençler de düşük ahlaklı serserilere.
Hiçbir şeyi gözüne sokmuyor izleyicinin, “Mesaj veriyorum, aldın mı?” demiyor. Çok eğlenceli.
O gün Haldun Taner adını aklıma kaydediyorum, nasıl bir yazar bu!
Bitmeyen bir keşif yolculuğu
1935’te Galatasaray Sultanisi’nde orta öğrenimini bitirdikten sonra devlet bursuyla Heidelberg Üniversitesi’ne gitmiş, tüberküloz nedeniyle Siyasal Bilgiler’i yarıda bırakıp yurda dönmüş, 1950’de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Filolojisi Bölümü’nden mezun olmuş. Tiyatro
Çocuklukta, gençlikte ‘farklı” olana huzur vermez diğer çocuklar. Her sınıfın dalga geçilen ‘kara koyunları’ vardır. Dini, şivesi, etnik kökeni, aile yapısı, her şey sorun olabilir. Ne kadar az dikkat çekersen o kadar rahat geçer sıralardaki hayat senin için.
Ama tabii çocuklar olanca acımasızlıklarıyla birbirlerinin üzerinde güç denemesi yaparken, yetişkinlere düşen, ‘çoğunluğa’ uyup o farklı çocuğu onlarla birlikte ezmek değildir. Tam tersi, onlara bu yaptıklarının yanlış olduğunu, kimseyi yargılamaya haklarının olmadığını anlatmaları gerekir. Orası bir ‘eğitim’ kurumu ve ‘eğitim şart’ ya hani.
Antalya’da bir lise öğrencisi eşcinsel olduğu için arkadaşlarının tepkisini çekince okul idaresi çareyi çocuğu başka okula göndermekte bulmuş. Babasını okula çağırarak nakil kâğıdı imzalamaya zorlamışlar.
Hadi “Bu benim özel hayatım, okulumdan ayrılmak istemiyorum” dediğinde müdürden “Geri zekâlı, senin özel hayatın olamaz, senin özel hayatını ben çizerim” cevabını aldığına dair iddiayı çocuğun hayal gücüne yoralım, Hürriyet’e demeç veren öğretmenin söylediklerini ne yapacağız? Efendim, çocuk davranışlarıyla erkek öğrencilerin tepkisini çekiyormuş, ona karşı büyüyen bir öfke