Bilmemenin de, öğrenmemenin de ayıp sayılmadığı memleketimizde gündeme ‘Kürk Mantolu Madonna’ damgasını vurdu dün. Evet, Sabahattin Ali’nin 1943’te yazdığı, ama nedense son yıllarda keşfedilip ‘çok satanlar’ raflarının demirbaşı olan romanı. Okumak elbette şart değil ama alıp kahve fincanıyla fotoğrafını çekerek Instagram’da paylaşmak şart. Şu an 70 bin kadar fotoğraf mevcut etiketin altında.
Hal böyle olunca, romanın sinemaya uyarlanacak olması da magazin programlarının mühim bir konusu sayılıyor tabii. Üstelik Beren Saat oynayacakmış, daha ne olsun? Üzerine değerli fikirlerimizi söyleyebiliriz, romanı okumamız gerekmez. Kim bilecek?
‘Aramızda Kalmasın’ın yorumcusu Funda Özkalyoncu da böyle düşünmüş olacak ki, kendinden en emin haliyle aslında kitap uyarlamalarını sevmediğini anlatıyor, “Aynısı olmayınca zorlamanın ne gereği var?” diye düşünürmüş. Gel gelelim senaryoyu yazan Ece Yörenç’in kalemini de çok önemsermiş, neler yazmış kadın düşünün. Dolayısıyla “Madonna’nın hayatı da enteresan olabilir bizim için. Yani aşkları, ilişkileri falan” diye sürdürüyor yorumunu.
Utançtan kızarmak yerine
Arkadaşımın zehir gibi akıllı çocuğu bir araştırma yapıp dünyanın en yaşanası şehirlerini belirlemiş. Buralardaki ekonomik, sosyal, kültürel şartları Türkiye ile kıyaslayan bir sunum hazırlamış anne babasına. Neden? Gidip orada bir hayat kursunlar diye. Bu ülkede mutsuz olduğu, kendisine burada bir gelecek göremediği için. Yaş 15.
Dün Hürriyet’te Güliz Arslan ‘proje okul’larda okuyan öğrencilerle konuşmuştu. “Umutsuzum” diyordu biri: “Seneye yurtdışına gidip eğitimime orada devam edeceğim. Okuldan sonra da Türkiye’de yaşamak planlarımın arasında yok.”
Bunlar da bir diğerinin cümleleri: “Benim için de Türkiye’de okumak bir seçenek bile değil ne yazık ki… Okuldaki diğer arkadaşlarım da benim gibi, herkes kaçmak istiyor.”
Lise öğrencisi bunlar. Hiçbirinin yaşı 18 değil daha. Bu yaşın meseleleri bunlar mı olmalı?
Toplumun kabul ettiği ‘normal’ bir hayatın, bir bankada iyi bir pozisyonun, herkesçe onaylanan bir ilişkin ve eğlenceli bir arkadaş grubun var. Zaten yaşadığın küçük kentin en nüfuzlu ailelerinden birinin oğlusun. Babanın karşısında durabilen yok, sana da onun ‘veliahtı’ olarak saygıda kusur etmiyorlar. Görünüşe göre her şey yolunda yani. Varlıklı, mutlu, tatmin edici bir hayat. Hepsinin bir gecede elinden kayıp gidebileceğini asla tahmin edemezsin.
Aslı Özge’nin bugün gösterime giren üçüncü filmi ‘Ansızın’ın ‘kahraman’ı Karsten de etmiyor hiç. Ama kız arkadaşı şehir dışındayken evlerinde verdiği partide herkes gittikten sonra kalan Anna adlı genç kadın ansızın ölüverince, hayatı alt üst oluyor. Karsten paniğe kapılıyor, ambulans çağıracağı yerde kendini sokağa atıp yakındaki kliniğin kapılarını yumrukluyor, bu sırada
bir sürü vakit kaybediyor ve belki de kadını
kurtarma şansı varken ölümüne
seyirci kalmış oluyor.
Haberden esinlenilmiş bir senaryo
Okuduğu bir gazete haberinden esinlenmiş Aslı Özge senaryoyu yazarken. Tahmin etmek güç değil, Defne Joy Foster’ın ölümünden ve arkasından söylenenlerden. Anna da Defne gibi evli ve bir çocuğu var. Onun da tek başına yabancı bir adamın
Bir canlının hakları ne kadar çok çiğneniyorsa, adına o kadar çok çeşitli gün ilan ediliyor. Mesela kadınsan, bir erkeğin doğuştan sahip olduğu haklar sana başka bir gezegen kadar uzak ama iyi haber: Bir günün var, 8 Mart’ta bütün dünyada ‘kutlanıyor’.
Çocuksan, büyüklerin kurduğu düzenin çilesini en çok çekensin, savaşların, göçlerin, şiddettin en büyük mağdurusun. Ama işine yararsa bir değil, bir sürü günün var.
Neredeyse her ülkede ayrı ayrı kutlanacak kadar.
Bunlardan beteri ne olabilir? Tabii ki kız çocuk olmak. İki taraflı mağduriyetle doğuştan bütün kötülüklerin hedefisin. Dolayısıyla, bir günün olmasın mı? Olsun.
Fillerle kadınların nasıl bir ortak yanı vardır dersiniz? Bilim diyor ki, filler hiçbir şeyi unutmaz. Tecrübe diyor ki, kadınlar da öyle. Ne iyilikleri, ne kötülükleri. Affeder belki ama unutmaz.
İşte bu bellekleriyle fillere benzeyen, her şeyin bir günde geçmiş sayıldığı dünyada unutmamakla ödüllendirilmiş ya da lanetlenmiş türün üç temsilcisi; üç
farklı yaştan üç yaralı - bereli kadın, büyük şehirde bir apartmanda yan yana
dairelerde yaşar.
Ortadaki, muhtemelen 30’larının sonlarında, hayatının 10 küsür senesini kendisini sevmediği açıkça görülen bir adama vakfetmiş, tam artık nikah masasına oturma vakti geldi derken kucağında gelinliğiyle terk edilmiş. Bir de üstüne üç vakte kadar adamın başkasıyla evleneceğini öğrenmiş. Sorun onda değil kendisinde yani. Şimdi de yarı ağlayıp yarı gülerek, kendisini evin içinde oradan oraya atarak arabesk şarkılarda
Ülkede kadına uygulanan ayrımcılık bir yara olarak her gün daha fazla kanarken, kadın sporcularımızın başarılarında da gözle görülür bir artış var. Basketboldan tenise, atletizmden cimnastiğe habire dünyanın bir köşesinden başarı haberleri alıyoruz. Futbol olmadığı için biraz geç alıyoruz evet ama neticede alıyoruz.
Bu yaz 15’indeki Ayşe Begüm Onbaşı’nın cimnastikteki başarılarına sevinmişken, şimdi de Peru’daki Dünya Poomse Şampiyonası’nda altın madalya alan tekvandocu Kübra Dağlı yüzümüzü güldürüyor.
Fakat kadınların bütün başarıları gibi bir yandan kara kara düşündürerek güldürüyor. Çünkü ortada ‘erkek alanı’ kabul edilen bir yerde parlayan bir kadın varsa, ona çelme takmak farzdır. Ki bu ‘erkek alanları’ spordan siyasete, bilimden teknolojiye hayatın her yanını kapsar, sınırları ihlâl etmemek için evin içinde kalmak en garanti yoldur. Aksi halde yaptığınız işte elde ettiğiniz başarılara sevinmeden önce giyiminizin kuşamınızın, oturuşunuzun kalkışınızın, özel hayatınızın hesabını bir vermeniz gerekir.
Mesela mayo giyen kadın atletlerimiz ya da şortlu voleybolcularımız başarılı olduğunda “Bir madalya uğruna Türk kızlarını soyuyorsunuz” diye kıyamet koparanlar oluyor ya,
Trans cinayetleri ya da translara uygulanan ayrımcılık, baskı ve şiddet konusunda sicili hiç parlak bir ülke olmadığımız açık. Bu meselede ikiyüzlülükte de açık ara önlerdeyiz evelallah ve bunu konuşmaya bile yanaşmıyoruz çoğunlukla.
Hal böyleyken, trans onur yürüyüşünün tehditler alıp, güvenlik gerekçesiyle iptal edildiği bir ortamda, Athena’nın ‘Ses Etme’ gibi bir klip yapması az buz şey değil. Nitekim kaç gündür bu konu, bir transseksüel öldürüldüğünde ya da baskılara dayanamayıp intihar ettiğinde konuşulmadığı kadar çok gündemde.
Sen yıllardır bu ülkede geniş kitlelerce dinlenen bir grup olacaksın, Türkiye’yi Eurovision’da temsil edecek, kaç senedir de en çok izlenen yarışma programında jüri üyeliği yapacak kadar ünlü, medyatik, popüler; nasıl adlandırırsanız adlandırın; ‘ortada’ olacaksın ve klibinin merkezine bir transseksüeli koyacaksın.
Onun bir gününü, herkes gibi ev hali, annesi, arkadaşları, bir de gece kulübündeki hayatı olduğunu gösterecek; her an evine dönerken saldırıya uğrayabileceğini, üstelik canını tehdit edenlerin de asıl onu gördüğünde bıyık burarak, aç gözlerle bakanlar olduğunu teşhir edeceksin. Hakikaten takdir edilesi.
Ayrıca Gönenç Uyanık’ın yönetmenliğinde
İlk hangi dâhinin aklına geldi de o müthiş ”Pazara gittiğin zaman bir portakalı, bir muzu, karpuzu mikrop kapmıştır diye soyulmuş almıyorsun da evrenin en değerli varlığı olan kadının neden açık ve dekolteli olmasını savunuyorsun?” özlü sözünü literatürümüze kazandırdı bilmiyorum.
Bildiğim, bunu hızla başka meyve çeşitlerinin ve farklı yayın araçlarının izlediği. Kadınlarla muhtelif zerzevat arasında benzerlik kuran kurana.
Mesela belki yazıyla anlamayız diye çekilen görüntülüsü şu sıra yine gündemde. İstasyon İlim ve Kültür Derneği’nin bir videosu bu. “Tesettür nedir ne değildir”i açıklamak amacıyla derneğin konuşmacılarından biri tarafından yapılmakta. Bir elinde bir yeşil elma var, diyor ki, “Bu kabuklar elmanın yaradılışında var”. Diğerinde de soyulmuş, aradan zaman geçtiği için de sararmış bir elma. “Bakın,” diyor, “Siz elmayı fıtriliğinden sıyırdığınız zaman ne oldu? Bütün mikropları üzerine celbetti yani kendi özelliğini kaybetti.”
Buraya kadar sorun yok.
“Şimdi,” diyor, “temsilde hata olmasın, bir bayan da yaradılışta aynen bu fıtrat üzere. Ne zaman kendisindeki örtünme fıtriliğini çözerse, o zaman bu elmaya dönüyor, kendini bozuyor.”
E temsilde hata olmadı mı yani