Bir sistemin toptan çürük olduğunu kabul etmekten daha kolay, sorunu ‘birkaç çürük elma’ya bağlamak. Çözümü de daha kolay o zaman çünkü, o elmayı cezalandırıyorsun, bitiyor. Bir de teşhis koyuyorsun, “Şiddete meyilli, sorunlu bir kişilik” diyorsun, “Öfke kontrolü yok” diyorsun, hatta ‘vatan haini’ne bağlıyorsun. Rahatlatıcı bunlar bir taraftan. “Toptan deliliğin eşiğindeyiz” demekten iyi. “Toplumca beceremiyoruz biz bir şeyi şiddete dökmeden, zorbalaşmadan çözmeyi” gibi umut kırıcı değil .
Ama ne yazık ki gerçekçi de değil. “Trabzonspor Fenerbahçe maçında 17 yaşında bir ‘holigan’ sahaya fırlayıp hakemi dövdü” cümlesi durumu özetlemeye yetmiyor.
O çocuk sadece Trabzon’da yetişen nadide bir türün son örneği değil çünkü. Kendisini savunurken kurduğu cümlelere bakın, çok tanıdık bulacaksınız. Sağınızda solunuzda, ekranlarda, meydanlarda, sadece futbolda değil her alanda, aynı mağduriyet edebiyatı, aynı kendi hakkını kendi arama güdüsü.
“Yanlış bir şey yapmadım” diyor, kendisini götüren polis abileri tarafından sırtı sıvazlandıktan az sonra. İlk ‘aferin’ini onlardan almış çünkü “Yüzün gülsün” demişler, “Kapatma kafanı, sen vatan haini değilsin”. Vatan hainliği böyle bir paye,
Bir çocuk yetiştirip onu ekranlardan taşan ‘müzik - eğlence - magazin’ dalgasından korumanın pek imkanı yok. Ama hiç değilse onun dünyasının Serdar Ortaç ve Demet Akalın’dan ibaret olmamasını sağlamak mümkün.
Kimsenin müziğini eleştirmek değil amacım, sadece beş yaşında ‘atarlı - giderli’ şarkılarla oynayan çocuklar görünce biraz endişeleniyor insan.
Fazıl Say bu tür durumlara ilaç niyetine bir albüm yapmış, Ada Müzik’ten çıkmış: ‘Çocuklar İçin’, adı. Kapağında nefis bir at çizimi var, kızı Kumru Say’a ait. İçinde de Türkiye’nin dört önemli bestecisinin çoğu çocuklar için yazılmış, solo piyanoyla çalınmış eserleri.
Fazıl Say’ın 20 - 30 CD’lik olmasını planladığı Türk bestecileri serisinin ilk albümü bu. Bestecileri seçerken özel bir bağlantı da kurmuş aralarında: Yedi parçalık ‘İnci’nin Kitabı’ adlı eseriyle Ahmed Adnan Saygun açıyor albümü. Afacan kedilerin, ninnilerin, rüyaların uçuştuğu, pamuk şeker gibi bir müzik... Ardından, Saygun’un ilk öğrencilerinden İlhan Baran’ın yine çocuklar için, hem de daha 22 yaşındayken bestelediği ‘Kırda Oyun’, ‘Ağır Zeybek’, ‘Anadolu Çocuk Ezgisi’ ve ‘Ege Şarkısı’ gibi bu topraklardan filizlenen parçalar geliyor.
Selen Öztürk’ün sesinden
Hafta sonu arkeolojinin bize bir hediyesi oldu: “Neşeli ol, hayatını yaşa”. Kim diyor? M.Ö. 3. yüzyılda Antakya’da yaşamış olduğu düşünülen bir iskelet. Kazılarda bulunan mozaikte yan gelmiş yatıyor. Elinde bir şarap kasesi var, yanında da şişesi. Bakana mesajı net: Ölüm var biliyorsun ucunda, unutma, yaşamayı erteleme. Üzerinde de zaten işte aşağı yukarı bu minvalde bir şey yazıyor Yunanca, “Neşeli ol, hayatını yaşa” diye tercüme edilen.
Nasıl ihtiyacımız varsa neşelenmeye, muhtaç olduğumuz tavsiye milattan önceden gelmiş oldu ve “Ölü Ozanlar Derneği”ni izlediğimizde “carpe diem”e nasıl tutunduysak buna da dört elle sarıldık. Sosyal medya çalkalanmakta. “Adam hayatın sırrını vermiş”çiler, “çare arkeolojide”ciler, tabii ki karşısında “şarap mı o?”cular ve hemen sözü “yan gelip yatmayı kutsayan Yunanın tembelliği”ne getirenler.
Buradan da bir kutuplaşma, bir ‘öteki’ çıkartmayı başardık yani, tebrik ediyorum. Bir biz doğruyuz, herkes yanlış. Sonra neden neşeli olamıyoruz... Örnekte de görüldüğü gibi kendimizin değil başkalarının hayatıyla meşgul olduğumuz, kavgayı, didişmeyi, savaşı bırakamadığımız için olamıyoruz, açık değil mi?
Ne diyor aslında o mozaik, biliyor musunuz?
Bir ömre sığdırılabilecekten çok fazlasını yapmışsa bir insan, dillere dolanacak şarkılar yazmışsa, unutulmaz filmlere müziğiyle can vermişse, 40’ından sonra piyano, çello çalmaya başlayacak kadar inançla sevdiği bir mesleği olmuş, çok sevmiş, çok sevilmişse, hayatı en güzel bestesi gibi yaşamışsa, bir noktada “Üstü kalsın” der mi Cemal Süreya gibi? Milliyet’teki röportajında bunu sormuştu Songül Hatısaru Attila Özdemiroğlu’na.
Cevap tam da hayatı böyle tutkuyla yaşamış bir adamdan beklenecek gibiydi: “Hayır, üstü kalmasın. Yararlı birçok şey yaptığımı düşünüyorum. Ama yapacak daha çok şeyim var. Hâlâ bir sürü merakım var. İnsan bunu sürdürmek istiyor. Son eşim Hepgül Özdemiroğlu’ndan olan ikiz kızlarım henüz 19 yaşındalar. Daha onları büyütmek istiyorum. Film müziklerim çok isteniyor, arıyorlar, ‘Teyzem’in, ‘Muhsin Bey’in’ müziklerini nasıl buluruz diye soruyorlar. Film müziklerimden 5-6 albüm yapmak istiyorum.”
Bu cevap aynı zamanda “İnsan nasıl bir ömre nasıl bu kadar çok eser sığdırır?”ın da yanıtıydı... İsteyerek, azmederek, çalışarak, vazgeçmeyerek...
‘İstanbul Kanatlarımın Altında’ filminin o güzel şarkısı ‘Aşk’tan, yıllardır eskimeyen ‘Cesaretin Var mı Aşka?’dan beri takipçisiyim Gülay’ın. Yirmi yıl olmuş. Kimselere benzemeyen bir sesi, daha da önemlisi insanın içine işleyen bir yorumu vardır. Mesela Aşkın Nur Yengi’nin sesine de diyeceğim olamaz elbette ama Adnan Ergil’in ‘Takvimlerden Haberin Yok mu?’sunu bir de Gülay’dan dinleyin, insana nasıl feleğini şaşırttığını görün. Oktavla falan açıklanabilir bir şey değil yani söylediğim, duygudan söz ediyorum.
Müzik, baba (besteci Eyüp Ercan Sezer) mesleği. Beş yaşında onun bağlamayla çaldığı türkülere eşlik etmeye başlamış Gülay. Hal böyle olunca, iki pop albümünden sonra türkülere dönmüş ve hem ‘Damlalar’ diye bir halk müziği programı sunmuş, hem de aynı isimle türkü albümleri yapmıştı.
Türküleri şahane söylediğine kuşku yok, Mektup sahnesinde de az izlemedik ama hala ondan eski sularına dönmesini bekleyen bir dinleyici olarak Pasaj Müzik’ten çıkan ‘Gri Şarkılar’ı sevinçle karşıladım.
Hayatın siyah ya da beyazdan ibaret olmadığına inanan biri olarak, ikisini buluşturan, ‘bir olmanın rengi’ olarak tanımladığı ara renge yönelmiş Gülay ve başkalarından dinleyip sevdiği şarkıları
Hep beraber bayıldık, Çaykur’un “Çaylar bizden” reklamına. Bütün sevdiklerimiz oradaydı; Şakir’e çay ısmarlamayan Çiçek Abbas, kuzucuklarına masal anlatan Adile teyze, Turist Ömer ve arkadaşlarını güldüren Ayşecik, Necla’ya aşkını ilan eden Tarık, Zeki, Metin, Şaban, Hulusi Baba, Münir Özkul, ‘o güzel günler’den aklınıza kim gelirse. Ot dergisinin bu ayki kapağındaki gibi ‘güzel aile’mizin tüm bireyleri, her muhabbetin ortasında da bir bardak demli çay. Hakikaten ne güzel fikir, ne güzel reklam, demli bir çayın hakkını vermek tam da böyle olur.
Fakat işte aynı zamanda bütün o reklamda gördüğümüz eski dosltarın da hakkını vermek lazım, öyle değil mi? Nitekim reklamı izleyip “Ne güzel olmuş, yaşa Çaykur” diyenlerin ikinci tereddütlü cümlesi buydu: “Bunca insan kullanılmış, telifleri ödenmiştir, değil mi?” Aksi mümkün mü? Olmaz mı, bizde her şey mümkün.
Reklamda kullanılan filmlerin çoğu belki de hepsi Arzu Film yapımı. Ve Arzu Film de hafta sonu yaptığı açıklamada “Son yılların en büyük hatasından doğan en büyük mağduriyet” olarak niteledi, reklamı. Oyuncuların hiçbirine telif ödenmediğini söyledi ve “Bedeli hukuk belirleyecek,” dedi.
Aslında Arzu Film bir gün önce yine Twitter
Maltepe Gülsuyu’nda, kentsel dönüşüm tehdidi altında bir mahalle... Altlı üstlü oturan Hatun ve Nesrin, Kadıköy Moda’daki evlere temizliğe gidip akşamları da çekirdek çitlerken dedikodu yapan, hayaller kuran iki kadın. Birinin kahveden kafasını kaldırıp akan lavaboyu bile onaramayan bir kocası var, ötekinin o bile yok, çekmiş gitmiş adam. Nesrin tek başına evi geçindirip küçük kızını büyütmeye çalışıyor.
Baktığınız zaman hayatın pek hoş bir tarafı yok onlar için ama Nesrin ve Hatun gene matrak bir şeyler buluyorlar, konuşup gülüşecek. Hele Hatun, ayakta kalmanın yolunu her şeyle dalga geçmekte bulmuş, daha sert ve dayanıklı bir kadın. Nesrin’in ise gözünün ucunda hep bir damla yaş. Dış dünyaya karşı birbirlerine dayanak olurken, aralarındaki abla - kardeş ilişkisi zaman zaman birbirlerini de ısırıp yaralamalarına yol açıyor.
Bir de ‘başka kadınlar’ var tabii. Evlerine gittikleri, karşılıklı kahve içip fallar baktıkları, dertlerini paylaştıkları ama hayatlarında ‘Toz Bezi’ kadar yer tuttukları için, kapıdan çıkınca onları unutan kadınlar. Nesrin’in bütün naifliğiyle yakınlıklarına bel bağladığı, Hatun’un “Ne demek, işimiz bu, siz kirleteceksiniz, biz temizleyeceğiz” deyip
Gönül istiyor, kadın cinayetlerine, tecavüzlere, çocuk istismarlarına değinmeden en azından bir hafta geçirmek. Baharın geldiğinden söz etmek hatta. Bütün doğa şenlenirken ona eşlik edebilmek.
Haberler izin vermiyor. Gencecik kız yüzleri hep gazetelerde, sosyal medyada. Hiç görmeden tanıdığımız gözler ve isimler var artık hayatımızda. Cansu’lar, Cansel’ler, Özgecan’lar...
Cansel Buse Kınalı 17 yaşındaydı. Lisedeki matematik öğretmeni tarafından tacize uğramış, olayı okul yönetimiyle paylaşmış, bir sonuç alamayınca intihar etmişti, 17 Şubat’ta. Kayseri 2’nci Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen ikinci duruşmada, mahkeme heyeti kararını verdi. Pişman olduğunu söyleyen öğretmen Bayram Özcan, “müstehcenlik” suçundan 4 yıl 2 ay hapis cezasına çarptırılıp yattığı iki aylık hapis yeterli görülerek tahliye edildi. “Cinsel istismar” ve “kişiyi hürriyetten yoksun bırakma” suçlarından ise beraat etti.
Nasıl olabildi bu? 17 yaşındaki kız çocuğunun evli, iki çocuklu öğretmeniyle “kendi rızası ile ilişkiye girdiği” ve “şikâyet hakkını kullanmadan intihar ettiği” gerekçesiyle.
Akıl alacak gibi mi? Çocuğunuzu okula gönderiyorsunuz, liseye. Oradaki öğretmen kim bilir kandırarak mı, baskı kurarak