Bir savaşın izleri üzerinden kaç yıl geçtikten sonra silinir? 20 yıl yeterli midir? İnsanlar kendilerine kör topal yeni hayatlar kurduğunda, savaşın acılarını hafızalarından ilaçlar marifetiyle sildiğinde, bombalar patlarken ana rahmine düşen çocuklar 18’ini doldurduğunda artık geçmiş - bitmiş sayılır mı o felaket? Yoksa yeni mi başlıyordur acaba?
Çünkü işin bir de yüzleşme kısmı var. “Bana ne, ben mi çıkarttım savaşı?” diye sıyrılamayacağın, savaşta yaptığın her şeyin mübah sayılamayacağı, kendinden sonrakilere de hesap vereceğin bir gün geliyor. Ozan Açıktan’ın son filmi ‘Annemin Yarası’ işte o günü anlatıyor.
Yetimhanede büyüyen Salih (Bora Akkaş), 18’inde ailesini aramaya karar veriyor. Her ne varsa köklerinde, kazıyıp bulacak. Artık anne kucağı mı, yoksa unutulmak istenen bir yara mı, hepsine hazır. En azından öyle sanıyor.
Önce savaşta bir bacağını kaybeden kunduracı Mirsad (Okan Yalabık) ile deli dolu karısı Nerma’nın kapısını çalıyor. Birbirini çok seven, ortak belleklerindeki acıya karşı birbirine tutunan bir karı koca. Nerma’nın bu susmayan neşesi hep aldığı ilaçlardan.
Oyuncuların hepsi çok iyi
Bu akıllı telefonlarla gelen fotoğraf çekme - çektirme çılgınlığı insanlığın başına gelen en büyük felaketlerden biri, artık eminim. Kendimize hiçbir yerde rahat olamayacağımız, her an görüntülenip Instagram’dan, Facebook’tan, Twitter’dan, hatta canlı canlı Snapchat’ten, Periscope’tan yayınlanmaya hazır olmamız gereken bir cehennem yarattık. Gün doğumu, dolunay, güzel bir manzara, çiçek, böcek, lezzetli bir yemek, gittiğimiz konser, gördüğümüz oyun, tam bize keyif verecekken içimizden bir şey dürtüyor adeta: Önce fotoğrafını çek. Takipçilerin mahrum mu kalsın? Ne o andan bir şey anla, ne yaşadığın güzelliğin tadını çıkar, sosyal âlemde namın yürüsün.
Bizim durumumuzu kendimiz ettik, kendimiz bulduk şeklinde özetlemek mümkün de, doğadaki diğer canlılara çektirdiğimiz eziyet ne olacak?
Yıllar önce zavallı Akdeniz foku Badem en çok kendisiyle fotoğraf ‘çekinmeye’ çalışanlardan çekmişti. Hayvanı itiyorlar, çekiyorlar, tepesine biniyorlar, artık fenalık geçirip ısırmaya kalkınca da alınıp bozulmalar: “Ne oldu böyle, agresifleşti birden?” Sizin gibi kameraya el sallamaya meraklı değil, fok bu, niye alet olsun sizin çılgınlığınıza? Rahatsız ediyorsunuz garibanı.
Ama son birkaç
İstanbul Kültür Sanat Vakfı, 2016 festival sezonunu nisanda Film Festivali’yle açacak evet, ama bir yandan da peş peşe diğer festivallerinin programlarını açıklamaya başladı.
Geçen hafta 20’nci İstanbul Tiyatro Festivali’nde neler izleyeceğimizi öğrendik, belli ki mayısta nereye yetişeceğimizi bilemeyeceğiz.
Bu yıl festivale yurtdışından dokuz tane topluluk katılıyor. Bir kere Kanadalı efsane yazar, yönetmen, oyuncu Robert Lepage gelecek, ilk oynanışından 20 yıl sonra yeniden sahnelediği ‘Needles and Opium’ ile. Oyun, Lepage’ın keşfettiği ilginç bir tesadüf üzerine kurulu: 1949 yılında Jean Cocteau son filmi ‘L’aigle a deux tetes’in tanıtımı için ilk kez New York’a giderken, Miles Davis de Paris’e bebop’ı götürmüş. İkisi Atlantik’i ilk kez zıt yönlerde geçmişler.
Lepage belli ki bize düşle gerçek arasında salınan çarpıcı bir görsellik sunacak.
Merak etmemek mümkün mü?
Gene beni en çok heyecanlandıran işlerden biri, İsviçreli tiyatro yönetmeni, yazar ve gazeteci Milo Rau’nun ‘Nefret Radyosu’ oldu. 1994’te Ruanda’da Tutsilere yönelik soykırımı kışkırtan ırkçı radio RTLM’yi aslına uygun şekilde yeniden yayına alıyor, merak etmemek mümkün mü?
Aynı şekilde İran’dan Shieveh
Bir haftadır çeşitli belediyelerin 8 Mart ilanlarıyla meşgulüz. Kadıköy Belediyesi, gayet şık bir hareket yaparak billboard’larını kadın ve LGBTİ örgütlerine açtı. “Siz bu toplumun ezilen, susturulan kesimisiniz. Buyrun, 8 Mart’ta bu alan sizin” dedi.
Böylece ortaya erkeklerin sakız ettiği ‘Kadınlar başımızın tacıdır, kutsaldır, çiçektir, nazenindir’den farklı bir söylem çıktı. ‘Lambdaİstanbul LGBTİ Dayanışma Derneği’nin hazırladığı ilan, toplumsal cinsiyet eşitliği mesajı vermeyi amaçlıyordu mesela: “Lezbiyenim, biseksüelim, transım, interseksim: Okulda, işte, mecliste her yerdeyim!” şeklinde.
Gayet olumlu, özgürlükçü, eşitlikçi bir slogan... Kimsenin dışlanmadığı, kenara itilmediği, kapsayıcı bir toplum özleminden söz ediyor, kimi rahatsız edebilir? Hayır, bizde nefreti körüklemek serbest de bu tür özgürlükçü söylemler hemen birilerini rahatsız eder. Burada da ne hikmetse, hem de bir kadın, derhal bir imza kampanyası başlatmış, ‘Kaldırılsın bu ilanlar’ diye. Kadınlara hakaretmiş bu! Ahlaksızlığa davetmiş.
Ben anlamıyorum, ne geliyor akıllarına ‘Okuldayım, meclisteyim’ deyince ki ahlaksızlık çağrıştırıyor? Neyse ki Kadıköy Belediyesi ‘Biz herkesin belediyesiyiz’ gibi makul bir
Massachusetts’te, göl kıyısında köhne bir ev. Zaman, o evde yaşayanlar için adeta 17 sene önce durmuş. Ne bir çivi çakılmış duvara, ne boya vurulmuş. Sanki kimse yaşamıyor gibi. Bahçedeki sandal bile bırakıldığı yerde, brandasının altında öylece duruyor.
Sonra bir adam geliyor eve. Ailenin babası Richard. Aslında bir dönüş bu. 17 sene önce çıktığı kapıdan hiç gitmemiş gibi giriyor. Yanında da kızıyla aynı yaşta görünen kız arkadaşı Lucy. Ailesiyle gecikmiş yüzleşmesi sırasında yanında duracak destek kuvvet.
Karısı Helen, sessiz bir öfke ve sabırla bıraktığı gibi korumuş göl kıyısındaki hayatı. Kızı Erica, oğlu Nate babalarını tanımadan büyümüşler. Geçen zamanda hatırı sayılır bir servet sahibi olan Richard, para yollayarak telafi etmeye çalışmış yokluğunu. Şimdiyse sahip olduğuna inandıklarını geri almak niyetinde. İçinde büyüdüğü baba evini ve parasıyla babalık ettiği çocuklarını.
Oyuncu değişikliği oldu
İki polisin arasında götürülen yüzü, özellikle gözlerindeki dik bakış çıkmıyor aklımdan. 24 yaşında, gencecik bir kadın, Çilem Doğan Karabulut. Evli, bir çocuk annesi.
Adana 10. Ağır Ceza Mahkemesi’nde ağırlaştırılmış müebbet hapis talebiyle yargılanıyor. Suçu kendisini fuhuşa zorladığını söylediği kocasını öldürmek. Evliliği boyunca şiddet gördüğü, can korkusuyla yaşadığı bilinen bir kadın, karşımızdaki. Daha önce polise şikâyet ederek kurtulmaya çalışmış kocasından. Defalarca uzaklaştırma kararı almış, uygulatamamış, nikâhlı olduğu Azrail’inin göz göre göre gelip canını almasını bekleyen pek çok kadın gibi. Polise şikâyet etmen, korunmayı talep etmen seni hayatta tutmaya yetmiyor çünkü. Olsa olsa “Şikâyet ettiği kocası tarafından öldürüldü” oluyor haberinin başlığı.
Çilem de kocası telefonla arayıp “Beni bekle” deyince “Tamam,” demiş zaten, “Öğrendi kendisinden şikâyetçi olduğumu, gelip öldürecek beni.” Fakat anlattığına göre, farklı bir taleple gelmiş kocası, üç başka kadınla birlikte Antalya’ya götürmeye çalışmış, o da direnip boğuşurken kendi silahıyla vurmuş adamı. Canını kurtarmaya çalışan birinin yapabileceği gibi. Nitekim avukatı da meşru müdafaa hükmünün
Bir Oscar’ı daha filmlerden çok kılık kıyafet konuşarak tamamlayıp bitirdik çok şükür. Bunun bize özgü olmadığının elbette farkındayım, kırmızı halının raconunun bu olduğunu da biliyorum. Ama bir takım dünyaca ünlü yıldızların giysilerini komşunun kızını çekiştirir gibi çekiştirmek hep tuhaf gelmiştir. Komşunun kızını da çekiştirmeyelim, o ayrı.
Yekta Kopan ve Ceyda Düvenci’nin sunduğu Oscar gecesinin ilk bölümünde, kırmızı halı iki moda uzmanına; Ceylan Atınç ve Tuvana Büyükçınar’a emanetti. Gördüğüm kadarıyla “O hiç olmuş mu şimdi, hiç beğenmedim” ile filancanın ‘avam’lığı, falancanın ‘vasat’lığı arasında dolaşıyor yorumlar. Jennifer Lawrence’a “şişirilmiş bir balondur” denmesi de cabası. Hani modacı olmayanın da yapabileceği, ama kimsenin yüzüne söylenmesinin kibar kaçmayacağı yorumlar. Hollywood yıldızları dilimizi anlamadığı için ekrana çıkıp arkalarından söyleyebiliyoruz.
Buna da peki, kırmızı halıya çıkan terler. Peki, gelip geçen her kadın oyuncuyu önce yaşıyla değerlendirmelerini ne yapacağız? Herkes ‘yaşına göre’ şöyle ya da böyle görünüyor, Atınç ve Büyükçınar için. Hele 40’ını geçmişse... Nicole Kidman, o eski tazeliğini kaybetmiş, tabii yaşla ilgiliymiş biraz da.
Bir insanın hayattaki en doğal haklarından biri herhalde, inancına-tercihine göre ne yiyip yemeyeceğine karar vermek. Mesela siz vejetaryen olabilir, ister hayvanlara olan saygınızdan ister başka bir sebepten et yememeyi seçebilirsiniz. Ya da daha öteye geçip vegan olursunuz, hiçbir hayvansal gıdaya elinizi sürmezsiniz, paşa gönlünüz bilir. Kim zorlayabilir sizi illa bu yumurtayı, bu tavuğu yiyeceksin kardeşim diye? Günün birinde bunun için mücadele etmek zorunda kalacağınız gelir mi aklınıza?
Osman Evcan, 1992’den beri cezaevinde. Cezası müebbet. Türkiye onu ‘vegan mahkum’ olarak tanıyor. Çünkü cezaevine girdiğinden beri Evcan’ın ömrü vegan beslenebilmek uğruna yaptığı açlık grevleriyle geçiyor. Bu en temel hakkı için bitmeyen bir mücadele içinde, yıllardır.
Öyle ki, 2011’de yaptığı 43 günlük eylemden tüm vegan ve vejetaryen hükümlüleri ilgilendiren bir sonuç çıkmış, ‘Hükümlü ve Tutuklular İle Ceza İnfaz Kurumları Personelinin İaşe Yönetmeliği’ne, “İnancı gereği veya vegan, vejetaryen türü özel bir beslenme şekline sahip hükümlü ve tutukluların talepleri, iaşe miktarı ile sınırlı kalmak üzere karşılanır” maddesi eklenmişti. Evcan 2014’te 33 günlük bir açlık grevi daha yaparak