Gazetecinin, yazarın, sinemacının, ressamın başına getirilen ‘kadın’ sıfatından rahatsız olanlardanım. ‘Erkek yazar’ demiyorsak ‘kadın yazar’ da onun kadar gereksiz. Yazarın - yönetmenin - gazetecinin tanımı gereği erkek olduğunu, bir kadın bu işe soyunursa özel olarak belirtilmesi gerektiğini söylemiş oluyorsunuz.
Buna karşılık sinemamızda erkek hikayesi egemenliğinden de bir o kadar sıkılmış durumdaydım yıllardır. Madem erkek yazar ve yönetmenler daha çok hemcinslerini yazıp anlatabiliyor, filmlerine iliştirdikleri kadın karakterler de ‘olmasaydı daha iyiydi’ dedirtiyordu, bize kadın senarist ve yönetmenler lazımdı.
Ne mutlu geçmiş zaman kullanabilene, çünkü Türkiye sinemasında birkaç yıldır sessiz ve derinden gelen bir kadın yazar - yönetmen kuşağının izlerini görür olduk. Bakınız, bu yıl İstanbul Film Festivali’nin Ulusal Yarışma bölümünde ‘Ana Yurdu’ (Senem Tüzen), ‘Toz Bezi’ (Ahu Öztürk), ‘Kasap Havası’ (Çiğdem Sezgin) gibi iddialı filmlerden söz edebiliyoruz.
‘Kasap Havası’, Çiğdem Sezgin’in yazıp çektiği ilk film ama arkasında Yusuf Kurçenli’nin yardımcı yönetmenliğini de yaptığı uzun bir sinema - televizyon geçmişi var. Film, terzi Leyla (Şenay Gürler) ile taksici
Birbirine aşık olan, hayatlarının son 20 yılını birlikte geçiren, beraber filmler yapan bir çift: Caner Alper ile Mehmet Binay. “Zenne” ve “Çekmeceler” filmlerinin yönetmenleri.
İlk röportajlarını verdiklerinden beri sevgili olduklarını saklamadılar. Ne yazık ki bunun alkışlanası bir cesaret örneği sayıldığı bir dünyada, özellikle de ülkede yaşıyoruz ve dürüstlük geçer akçe değil hiç. Bir bakıyorsun, herkesin bir değerli fikri var kendisini hiç ilgilendirmeyen konuda.
Alper ile Binay, geçen hafta evlendiler, Malibu’da. Ve bu işe niyet eden her insan evladı gibi, sosyal medyadan düğünlerinin, yüzüklerinin fotoğraflarını paylaştılar. Kıyamet kopuyor instagramda. “Bari gözümüze sokmayın, gizli yapın”cılar bol. Neden? Sen kınanı, bekarlığa vedanı, kırk gün kırk gece eğlenceni merak eden, etmeyen herkese ilan ediyorsun, neden onlardan saklamalarını bekliyorsun? İki yüzlülük ne zaman bir değer sayılır oldu?
Küfürleri, hakaretleri geçelim bir kalem, bol miktarda da akıl verip doğru yol gösteren var. Medeni kanundan evliliğin tanımını aktararak parmak sallayan kadınlar var, beni en çok şaşırtan da onlar. Caner Alper onlara “70 yıl öncesine kadar kendilerinin de hukuki ve beşeri alanda
Hep aklımızın bir köşesinde vardır aslında değil mi, “Tam o anda o kapıdan girmeseydim ne olurdu”, ya da “O soruya öyle değil de şöyle cevap verseydim”, o partiye gitseydim veya geç kalsaydım, erken çıksaydım... Hayatımızın pek çok önemli tanışması, gelişmesi, adımı sanki bu tür küçük anlara bağlı gibidir. ‘İyi ki’lerimiz, ‘keşke’lerimiz de. O gün oraya gitmesem onu tanıyamayacaktım, hayatımın bambaşka bir seyri olacaktı. “İyi ki gitmişim” ya da duruma göre acıklı bir “Keşke gitmeseydim.”
Ya da belki bir teselli sayılır mı bilmiyorum ama, bütün o aldığımız küçük kararlarla değişen binlerce farklı sonuç ‘çoklu evrenlerde’ yaşayıp gidiyordur. Marianne ile Roland’ın ilişkilerinde olduğu gibi.
Marianne, kuantum fizikçi, Roland organik bal üretiyor. Bir partide tanışıyor, birbirlerine merhaba diyorlar. Neler olabilir? Roland’ın karısı içki almaya gitmiş meğer, diyalog başlamadan biter, Roland’ın karısı ev sahibinin arkadaşı, beş on cümle konuşur ayrı köşelere dağılırlar, yani neticede Roland’ın bir karısı vardır, belli bir yerde tıkanır o konuşma, bir daha da birbirlerini görmezler. Yahut ikisi de bekardır, oradan bir içki içmeye Marianne’ın evine gider, gece umdukları gibi gelişmez,
Bir mahkeme hangi durumlarda bir insanın tutuksuz yargılanmasına karar verir? Mesela şu anlatacağım durum için uygun bir karar mıdır: Bir adam karısına sürekli eziyet ediyor. Kocaman genç kızları var, düşünün kaç yıldır çekiyor kadın koca dayağını, şiddeti. Sonunda gözünü karartıp boşanmaya karar verebiliyor ki bu ciddi bir cesaret işi, bizimki gibi “ya benimsin ya toprağın” toplumlarında.
Adam tabii ki kabul etmiyor boşanmayı. Sorsan seviyordur da ihtimal, genelde fazla ‘sevgiden’ döverler hani. Dava sonuçlanana kadar kocanın evden uzaklaştırılmasına karar veriliyor. O kimsenin kulak asmadığı, dinleyecek olsa zaten gerek duyulmayacak olan ‘uzaklaştırma’ kararlarından biri daha. Hâkim amca “Yaklaşma sakın karının yanına, çekerim kulağını” diyecek, o da uysal uysal “Tamam” diyecek.
Tabii ki öyle olmuyor, daha önce içip içip 17 yaşındaki kızına bıçak çeken ‘baba’, bu sefer de gece vakti ‘uzaklaştırıldığı’ eve girip uyuyan karısının başından aşağıya kaynar su döküyor. Basbayağı mutfakta su kaynatıp yakıyor kadını ve soğuk suya girerek kendini kurtarmasına engel oluyor. “Tamam boşanmayacağım senden, beni hastaneye götür” yalvarmalarını da umursamıyor.
Şu anda Ayten Turan hastanede,
100 katlı devasa bir inşaat. ‘Babil Kuleleri’. Camdan baktığında insanların karınca gibi göründüklerinden. “Hani reklamlardaki gibi; şehrin içinde şehre uzak.”
Günlerden pazar, çalışma sürüyor. Bir an önce tamamlanmalı ki dünyaya ‘yüksekten bakmayı sevenler’ girip lüks dairelerine oturabilsinler.
Umut ile İbrahim, 49. katın duvarını örüyorlar.
Umut öğrenci aslında. Tek hayali var, parasını denkleştirip vizesini alıp Avustralya’ya gitmek. “Nerede insan yok, ağaç var, hayvan var, orada hayat var” biliyor bunu.
İbrahim tarih öğretmeni. Üç beş kuruş kazanıp annesiyle böbrek hastası kızına yollayabilmek için inşaatta kaçak çalışıyor. Atanacağı günü bekliyor.
Kraldan çok kralcı, sistemin garantisi şantiye şefi Yavuz, boza pişiriyor enselerinde. Çabuk olmalılar, itaatkar olmalılar, görünmez olmalılar. Kaçak çalışma yakalanacak olursa ceza yer patron. Her şey patronun çıkarlarını gözetmek için. Her şey para için.
İşçilerin can güvenliği mi? Kimin umurunda? Çarşambaya yetişecek mi bu kat, cami açılışı yapılabilecek mi, siz ondan haber verin. Bir işçi ölecek olursa da, ailesini ‘görür’, konuyu kapatır patron. Patron ‘baba’ adam.
Herkesin komedi anlayışı aynı olmak zorunda değil elbette. Birinin güldüğüne diğeri gülmez, ötekinin bir mizah başyapıtı saydığı berikine muz kabuğına basana basma şakası gibi görünür, olur bütün bunlar. Ama işin içinde şiddet varsa, bu herkes için kırmızı çizgi olmalıdır. Mesela animasyonla ‘şirin’ hale getirilmeye çalışılsa da birinin kafasını koparıp onunla top oynamak herkes için kan dondurucu bir sahnedir. Komik tarafı da yoktur.
Beyaz Show, bu hafta konuk olarak aldığı ‘Survivor’ Turabi için bir sürpriz video hazırlamış. İzleyenler biliyor ya, Turabi ‘özlü’ sözleri kadar, yarışma kazandığı zamanki taşkın sevinç gösterileriyle ünlü. İşte onlardan bir kolaj hazırlamışlar Beyaz Show ekibi olarak ama mevcut tuhaflıklarla yetinmeyip onları bir de bilgisayar efektleriyle desteklemişler. Böylece ortaya kan revan dolu bir şiddet ‘parodisi’ çıkmış.
Turabi eline tabancayı tüfeği alıp rakibini tarıyor, fışkıran kanlar arkadaşının yüzüne sıçrıyor. Yetmiyor, kafa havaya uçup içinden oluk oluk kan akıyor. Bitiyor mu, hayır, en sonunda da birinin kafasını koparıp yere atıyor, bir de onunla şut çekiyor.
Sonra biz oturup aman çoluğu çocuğu içkiden, sigaradan, öpüşmeden, sevişmeden,
Zamanında kadınlı erkekli görenin ellerinin titrediğini anlatıyor, inanmak hiç zor değil çünkü ben de aynı duyguyla giriyorum kapıdan içeri. Artık yıllarca hep “esas kız”ları hüngür hüngür ağlattığından mı, kötülüklerini o melek yüzünün ve gamzeli gülüşünün altına saklamaktaki maharetinden mi, insanda bir kendine çeki düzen verme ihtiyacı oluyor karşısında.
Uzun sürmüyor ama. Suzan Avcı ufacık tefecik, gözlerinde genç kız ışıltısı taşıyan, dünya tatlısı bir kadın. Bir de anlatmaya başladı mı, Türk filmlerine taş çıkartan hikayeler dökülüyor ağzından. Çocuk yaşta babasız kalan, tekstil fabrikasında çalışıp aileyi geçindiren, oyuncu olmak isterken annesinden hayatının dayağını yiyince 15 yaşında evlenen, Yeşilçam’da arkasında bir erkek olmadan tek başına var olma mücadelesi veren dirayetli bir kadın Suzan Avcı. Yıllarca beyazperdede o korkunç kadınları oynarken, kendi hayatının “esas kızı” olarak az ağlamamış.
- Festivalin size verdiği onur ödülünü nasıl karşıladınız?
Memnuniyetle tabii, kabul buyurdum. Buluştuk, stüdyoya girdik, bazı kayıtlar yaptık. Onları herhalde törende gösterecekler. Kendileri nasıl düşündülerse beni, çok güzel bir şey tabii.
- Neredeyse 15 senedir yoksunuz
İnsanın kendi hayatına son vermesi, son derece kişisel bir karar. Tek başına verilen ve uygulanan... Önceden intihar edeceğini bildirmenin içinde bir yardım çağrısı barındırdığı söylenir. Bazen ulaşır bu çağrı hedefine, bazen karşıdan bir yankı bulamadan boğulur gider.
Şimdi anlatacağım oyunun kahramanı ise yardım değil, ölüme beraber gidecek yoldaş arıyor. Hani şu her gün ‘ne hissettiğimizi’ soran sosyal paylaşım siteleri var ya, biz de yazıyoruz; “Neşeli hissediyorum, hüzünlü hissediyorum, özlemiş, aşık, mutlu, hasta, korkmuş, bezgin, yılgın hissediyorum” diye.
İşte Julie adlı genç kız, yolun başında yorulmuş yaşamaktan, oraya yazıyor; “Benimle intihar edecek birini arıyorum” diye. Tanık istiyor hayatının sonuna.
Ölüm randevusu
August adlı bir delikanlıya ulaşıyor çağrısı. Norveç fiyortlarında sahnelemeye karar veriyorlar hayatlarının son oyununu. Birbirlerini fotoğraflarından görüp beğendikleri için, romantik bir buluşmaya gider gibi gidiyorlar ölüm randevusuna.
Ve kısa sürede, etraflarındaki buzullara inat, kalplerini ısıtan bir şey doğuyor aralarında.