‘Ben Ankara’yım’ diyememek

17 Mart 2016

Acı çeken, şiddete maruz kalan insanlara destek amaçlı “Ben de sendenim, falancayım” demenin hayatımızda büyük farklar yarattığını iddia edecek değilim, ama ufak bir empati gösterisidir yine de. Gidenlerin acısını hissettiğini, kalanların yasını paylaştığını ifade etmiş olursun. “Yalnız değilsin-iz” dersin işte özetle, birleştirici bir yanı vardır.
Charlie Hebdo saldırısından sonraki “Ben Charlie’yim (Je suis Charlie)” sloganı ya da Paris katliamını izleyen “Ben Paris’im”ler gibi. “Dünyanın öbür ucunda olsak da, dilimiz farklı olsa da, sizi anlıyoruz, sizinle beraber acı çekiyoruz” denmiş oldu, bu kadar. Ne içimizdeki Fransız hayranlığının bir dışa vurumuydu, ne de tarih boyunca Fransa’yı yönetenlere olan derin bağlılığımızın.
Ankara’daki üçüncü patlama yine bir dolu sivil insanı hedef alırken, böyle bir tartışmayı da ateşlemiş oldu: Ey insanlar, tahminen kaç kişi öldüğünde “Ankara” olursunuz?
Soruyu ilk soran, 18 aydır Ankara’da yaşayan James Taylor adlı bir İngiliz müzisyendi. Pazar gecesi hep beraber Ankara’daki patlamaya kitlendiğimiz saatlerde, 23 yaşındaki bu genç adam Facebook’tan dünyaya sesleniyordu: “Londra’daki, New York’taki, Paris’teki terör saldırılarının

Yazının Devamı

BiR KEZ DAHA #ANKARA

15 Mart 2016

Geçen gün bahar dallarını gördüm yolda. Havalar bir anda ısındı ya, açıvermişler. Küçüklüğümden beri mutluluk verir bana o pembe beyaz çiçekler. Ama annem, hep üzülürdü şubatta - martta açan bahar dallarını görünce, “Yazık, güneşe aldanmışlar, donacaklar” diye. O zaman pek anlam veremezdim de, belli ki aklımda yer etmiş, bu sefer benim de içim ürperdi.
Bu bir süredir kendimi iyi hissettiğim, güneşe aldandığım, bahar geldi sandığım pek çok anda kendini hissettiren sinsi bir duygu aslında. “Sen şu an hayat normal akışındaymış gibi gezip eğleniyorsun, tiyatroya sinemaya gidiyorsun, güneşi gördün diye şımarıyorsun, insan içine karışıyorsun ya, öyle gitmez o. Yakındır, her şeyin tepetaklak olması, ortalığı sis ve dumanın kaplaması” diyen bir ses konuşup duruyor kafamın bir yerlerinde. Hepimizde olduğu gibi.

Kalbiniz dayanıyorsa...
Sonra bir pazar akşam üstü, korkarak beklediğimiz haber geliyor bir kez daha. Kızılay’da patlama. Kısa süre içinde twitter’dan yakınlarını aramaya başlıyor insanlar, #ankkayıp etiketiyle. Kalbiniz dayanıyorsa bir bakın o kayıp fotoğraflarına. Sanırsınız okul yıllığı. YGS’den çıkan çocuklar bir nefes almak istemişler. Bu ülkede bir rahat nefes almak mümkün

Yazının Devamı

Yer yerinden öyle oynamaz

14 Mart 2016

‘Paramparça’ dizisinde rol arkadaşıyla yaşadığı sorun nedeniyle ‘gözden çıkarıldığından’ beri merak ediyorum. Nurgül Yeşilçay gibi bir yıldız oyuncu bile sette böyle bir muameleye maruz kalabiliyorsa, sevgilisini oynayan aktörden “Amma meraklısın öpüşmeye. Sen tabii alışıksın bunlara” gibi bir cümle duyan da, sonunda sessizce çekip giden de yine o oluyorsa, başka kadınlar kim bilir neler yaşıyor setlerde... Yani ‘kim bilir’ sözün gelişi. Aslında sektörde bilmeyen yok da, söylemiyorlar.

Acayip bir konsensus var, birinci vazifenin erkeği korumak olduğu konusunda. Bir kadın oyuncu sete alkollü gelsin, huysuzluk etsin, ne bileyim ona buna küfretsin, bakınız üç gün içinde magazin sayfalarında boy gösteriyor mu, göstermiyor mu? Tez zamanda adı sorunlu, kaprisli, birlikte çalışılamayan oyuncuya çıkıyor mu, çıkmıyor mu?

Ama erkeklere hepsi mübah. Sorgulamayacaksın neden diye. Bu düzen böyle gelmiş, böyle gitmek durumunda. Hayatın kendisinde nasılsa aynı öyle. Sen dayanacaksın. Sonunda durum birlikte bir sahne çekemeyeceğiniz raddeye gelirse, ki ‘Paramparça’da öyle oldu, uzun süre sadece telefonla konuştular Gülseren ile Cihan, o zaman da işinden olmayı kabullenen sen olacaksın.

Yazının Devamı

NE ZAMAN KAPANIR ANNELERİN YARASI?

11 Mart 2016

Bir savaşın izleri üzerinden kaç yıl geçtikten sonra silinir? 20 yıl yeterli midir? İnsanlar kendilerine kör topal yeni hayatlar kurduğunda, savaşın acılarını hafızalarından ilaçlar marifetiyle sildiğinde, bombalar patlarken ana rahmine düşen çocuklar 18’ini doldurduğunda artık geçmiş - bitmiş sayılır mı o felaket? Yoksa yeni mi başlıyordur acaba?

Çünkü işin bir de yüzleşme kısmı var. “Bana ne, ben mi çıkarttım savaşı?” diye sıyrılamayacağın, savaşta yaptığın her şeyin mübah sayılamayacağı, kendinden sonrakilere de hesap vereceğin bir gün geliyor. Ozan Açıktan’ın son filmi ‘Annemin Yarası’ işte o günü anlatıyor.

Yetimhanede büyüyen Salih (Bora Akkaş), 18’inde ailesini aramaya karar veriyor. Her ne varsa köklerinde, kazıyıp bulacak. Artık anne kucağı mı, yoksa unutulmak istenen bir yara mı, hepsine hazır. En azından öyle sanıyor.

Önce savaşta bir bacağını kaybeden kunduracı Mirsad (Okan Yalabık) ile deli dolu karısı Nerma’nın kapısını çalıyor. Birbirini çok seven, ortak belleklerindeki acıya karşı birbirine tutunan bir karı koca. Nerma’nın bu susmayan neşesi hep aldığı ilaçlardan.

Oyuncuların hepsi çok iyi

Yazının Devamı

Cinayet kaç ‘like’ alır?

10 Mart 2016

Bu akıllı telefonlarla gelen fotoğraf çekme - çektirme çılgınlığı insanlığın başına gelen en büyük felaketlerden biri, artık eminim. Kendimize hiçbir yerde rahat olamayacağımız, her an görüntülenip Instagram’dan, Facebook’tan, Twitter’dan, hatta canlı canlı Snapchat’ten, Periscope’tan yayınlanmaya hazır olmamız gereken bir cehennem yarattık. Gün doğumu, dolunay, güzel bir manzara, çiçek, böcek, lezzetli bir yemek, gittiğimiz konser, gördüğümüz oyun, tam bize keyif verecekken içimizden bir şey dürtüyor adeta: Önce fotoğrafını çek. Takipçilerin mahrum mu kalsın? Ne o andan bir şey anla, ne yaşadığın güzelliğin tadını çıkar, sosyal âlemde namın yürüsün.
Bizim durumumuzu kendimiz ettik, kendimiz bulduk şeklinde özetlemek mümkün de, doğadaki diğer canlılara çektirdiğimiz eziyet ne olacak?

Yıllar önce zavallı Akdeniz foku Badem en çok kendisiyle fotoğraf ‘çekinmeye’ çalışanlardan çekmişti. Hayvanı itiyorlar, çekiyorlar, tepesine biniyorlar, artık fenalık geçirip ısırmaya kalkınca da alınıp bozulmalar: “Ne oldu böyle, agresifleşti birden?” Sizin gibi kameraya el sallamaya meraklı değil, fok bu, niye alet olsun sizin çılgınlığınıza? Rahatsız ediyorsunuz garibanı.

Ama son birkaç

Yazının Devamı

20’nci yıla bu yakışırdı

8 Mart 2016

İstanbul Kültür Sanat Vakfı, 2016 festival sezonunu nisanda Film Festivali’yle açacak evet, ama bir yandan da peş peşe diğer festivallerinin programlarını açıklamaya başladı.
Geçen hafta 20’nci İstanbul Tiyatro Festivali’nde neler izleyeceğimizi öğrendik, belli ki mayısta nereye yetişeceğimizi bilemeyeceğiz.
Bu yıl festivale yurtdışından dokuz tane topluluk katılıyor. Bir kere Kanadalı efsane yazar, yönetmen, oyuncu Robert Lepage gelecek, ilk oynanışından 20 yıl sonra yeniden sahnelediği ‘Needles and Opium’ ile. Oyun, Lepage’ın keşfettiği ilginç bir tesadüf üzerine kurulu: 1949 yılında Jean Cocteau son filmi ‘L’aigle a deux tetes’in tanıtımı için ilk kez New York’a giderken, Miles Davis de Paris’e bebop’ı götürmüş. İkisi Atlantik’i ilk kez zıt yönlerde geçmişler.
Lepage belli ki bize düşle gerçek arasında salınan çarpıcı bir görsellik sunacak.

Merak etmemek mümkün mü?
Gene beni en çok heyecanlandıran işlerden biri, İsviçreli tiyatro yönetmeni, yazar ve gazeteci Milo Rau’nun ‘Nefret Radyosu’ oldu. 1994’te Ruanda’da Tutsilere yönelik soykırımı kışkırtan ırkçı radio RTLM’yi aslına uygun şekilde yeniden yayına alıyor, merak etmemek mümkün mü?
Aynı şekilde İran’dan Shieveh

Yazının Devamı

Cadıların şiiri

7 Mart 2016

Bir haftadır çeşitli belediyelerin 8 Mart ilanlarıyla meşgulüz. Kadıköy Belediyesi, gayet şık bir hareket yaparak billboard’larını kadın ve LGBTİ örgütlerine açtı. “Siz bu toplumun ezilen, susturulan kesimisiniz. Buyrun, 8 Mart’ta bu alan sizin” dedi.
Böylece ortaya erkeklerin sakız ettiği ‘Kadınlar başımızın tacıdır, kutsaldır, çiçektir, nazenindir’den farklı bir söylem çıktı. ‘Lambdaİstanbul LGBTİ Dayanışma Derneği’nin hazırladığı ilan, toplumsal cinsiyet eşitliği mesajı vermeyi amaçlıyordu mesela: “Lezbiyenim, biseksüelim, transım, interseksim: Okulda, işte, mecliste her yerdeyim!” şeklinde.
Gayet olumlu, özgürlükçü, eşitlikçi bir slogan... Kimsenin dışlanmadığı, kenara itilmediği, kapsayıcı bir toplum özleminden söz ediyor, kimi rahatsız edebilir? Hayır, bizde nefreti körüklemek serbest de bu tür özgürlükçü söylemler hemen birilerini rahatsız eder. Burada da ne hikmetse, hem de bir kadın, derhal bir imza kampanyası başlatmış, ‘Kaldırılsın bu ilanlar’ diye. Kadınlara hakaretmiş bu! Ahlaksızlığa davetmiş.
Ben anlamıyorum, ne geliyor akıllarına ‘Okuldayım, meclisteyim’ deyince ki ahlaksızlık çağrıştırıyor? Neyse ki Kadıköy Belediyesi ‘Biz herkesin belediyesiyiz’ gibi makul bir

Yazının Devamı

17 YIL SONRA HESAPLAŞMA

4 Mart 2016

Massachusetts’te, göl kıyısında köhne bir ev. Zaman, o evde yaşayanlar için adeta 17 sene önce durmuş. Ne bir çivi çakılmış duvara, ne boya vurulmuş. Sanki kimse yaşamıyor gibi. Bahçedeki sandal bile bırakıldığı yerde, brandasının altında öylece duruyor.

Sonra bir adam geliyor eve. Ailenin babası Richard. Aslında bir dönüş bu. 17 sene önce çıktığı kapıdan hiç gitmemiş gibi giriyor. Yanında da kızıyla aynı yaşta görünen kız arkadaşı Lucy. Ailesiyle gecikmiş yüzleşmesi sırasında yanında duracak destek kuvvet.

Karısı Helen, sessiz bir öfke ve sabırla bıraktığı gibi korumuş göl kıyısındaki hayatı. Kızı Erica, oğlu Nate babalarını tanımadan büyümüşler. Geçen zamanda hatırı sayılır bir servet sahibi olan Richard, para yollayarak telafi etmeye çalışmış yokluğunu. Şimdiyse sahip olduğuna inandıklarını geri almak niyetinde. İçinde büyüdüğü baba evini ve parasıyla babalık ettiği çocuklarını.

Oyuncu değişikliği oldu

Yazının Devamı