İki polisin arasında götürülen yüzü, özellikle gözlerindeki dik bakış çıkmıyor aklımdan. 24 yaşında, gencecik bir kadın, Çilem Doğan Karabulut. Evli, bir çocuk annesi.
Adana 10. Ağır Ceza Mahkemesi’nde ağırlaştırılmış müebbet hapis talebiyle yargılanıyor. Suçu kendisini fuhuşa zorladığını söylediği kocasını öldürmek. Evliliği boyunca şiddet gördüğü, can korkusuyla yaşadığı bilinen bir kadın, karşımızdaki. Daha önce polise şikâyet ederek kurtulmaya çalışmış kocasından. Defalarca uzaklaştırma kararı almış, uygulatamamış, nikâhlı olduğu Azrail’inin göz göre göre gelip canını almasını bekleyen pek çok kadın gibi. Polise şikâyet etmen, korunmayı talep etmen seni hayatta tutmaya yetmiyor çünkü. Olsa olsa “Şikâyet ettiği kocası tarafından öldürüldü” oluyor haberinin başlığı.
Çilem de kocası telefonla arayıp “Beni bekle” deyince “Tamam,” demiş zaten, “Öğrendi kendisinden şikâyetçi olduğumu, gelip öldürecek beni.” Fakat anlattığına göre, farklı bir taleple gelmiş kocası, üç başka kadınla birlikte Antalya’ya götürmeye çalışmış, o da direnip boğuşurken kendi silahıyla vurmuş adamı. Canını kurtarmaya çalışan birinin yapabileceği gibi. Nitekim avukatı da meşru müdafaa hükmünün
Bir Oscar’ı daha filmlerden çok kılık kıyafet konuşarak tamamlayıp bitirdik çok şükür. Bunun bize özgü olmadığının elbette farkındayım, kırmızı halının raconunun bu olduğunu da biliyorum. Ama bir takım dünyaca ünlü yıldızların giysilerini komşunun kızını çekiştirir gibi çekiştirmek hep tuhaf gelmiştir. Komşunun kızını da çekiştirmeyelim, o ayrı.
Yekta Kopan ve Ceyda Düvenci’nin sunduğu Oscar gecesinin ilk bölümünde, kırmızı halı iki moda uzmanına; Ceylan Atınç ve Tuvana Büyükçınar’a emanetti. Gördüğüm kadarıyla “O hiç olmuş mu şimdi, hiç beğenmedim” ile filancanın ‘avam’lığı, falancanın ‘vasat’lığı arasında dolaşıyor yorumlar. Jennifer Lawrence’a “şişirilmiş bir balondur” denmesi de cabası. Hani modacı olmayanın da yapabileceği, ama kimsenin yüzüne söylenmesinin kibar kaçmayacağı yorumlar. Hollywood yıldızları dilimizi anlamadığı için ekrana çıkıp arkalarından söyleyebiliyoruz.
Buna da peki, kırmızı halıya çıkan terler. Peki, gelip geçen her kadın oyuncuyu önce yaşıyla değerlendirmelerini ne yapacağız? Herkes ‘yaşına göre’ şöyle ya da böyle görünüyor, Atınç ve Büyükçınar için. Hele 40’ını geçmişse... Nicole Kidman, o eski tazeliğini kaybetmiş, tabii yaşla ilgiliymiş biraz da.
Bir insanın hayattaki en doğal haklarından biri herhalde, inancına-tercihine göre ne yiyip yemeyeceğine karar vermek. Mesela siz vejetaryen olabilir, ister hayvanlara olan saygınızdan ister başka bir sebepten et yememeyi seçebilirsiniz. Ya da daha öteye geçip vegan olursunuz, hiçbir hayvansal gıdaya elinizi sürmezsiniz, paşa gönlünüz bilir. Kim zorlayabilir sizi illa bu yumurtayı, bu tavuğu yiyeceksin kardeşim diye? Günün birinde bunun için mücadele etmek zorunda kalacağınız gelir mi aklınıza?
Osman Evcan, 1992’den beri cezaevinde. Cezası müebbet. Türkiye onu ‘vegan mahkum’ olarak tanıyor. Çünkü cezaevine girdiğinden beri Evcan’ın ömrü vegan beslenebilmek uğruna yaptığı açlık grevleriyle geçiyor. Bu en temel hakkı için bitmeyen bir mücadele içinde, yıllardır.
Öyle ki, 2011’de yaptığı 43 günlük eylemden tüm vegan ve vejetaryen hükümlüleri ilgilendiren bir sonuç çıkmış, ‘Hükümlü ve Tutuklular İle Ceza İnfaz Kurumları Personelinin İaşe Yönetmeliği’ne, “İnancı gereği veya vegan, vejetaryen türü özel bir beslenme şekline sahip hükümlü ve tutukluların talepleri, iaşe miktarı ile sınırlı kalmak üzere karşılanır” maddesi eklenmişti. Evcan 2014’te 33 günlük bir açlık grevi daha yaparak
Bazı olaylar var, insanın hayatına damgasını vuruyor ve adeta bir milat oluyor. Serhan’ın gidişi öyleydi. “Yaşam ne kadar değerli ve ne kadar kırılgan, hoyrat bir elde nasıl bir anda soluveriyor” dedirten, inanılması imkansız olan ve ağrısı da ömür boyu kalan - kalacak olan...
Daha önce yazdım, tekrar etmek isterim; Şeşen Ailesi’nin 26 yaşında, doktor hata ve ihmalleriyle kaybettikleri oğulları Serhan’ın ardından hayata tutunuş şekilleri herkese örnek olmalıdır. Ortalığı yakıp yıksalar yeriydi, öyle yapmadılar, hukuka güvendiler, birbirlerine kenetlendiler ve Serhan’dan onlara kalan sevgiyi insanlarla paylaşarak büyütmeyi seçtiler.
Serhan Şeşen Müzik, Felsefe ve Yaşama Saygı Derneği, Serhan’ın hayattayken en sevdiği şeyleri; müzik ve felsefeyi, kendisine şiar edindiği ‘yaşama saygı’sıyla birleştirecek faaliyetler sürdürüyor o gittiğinden beri.
Kanlıca’da bahçe içinde çok güzel, sakin bir yerleri var. Türkiye’nin sahici iyi müzisyenlerinin gelip geçtiği bir sahneleri. Bülent Ortaçgil’den Birsen Tezer’e, Jehan Barbur’dan Kubat’a, Hüsnü Arkan’dan Suzan Kardeş’e kimler kimler... Bu akşam da Gündoğarken var dernek sahnesinde.
“Eğitim şart”, sanıyorum en dile kolay, uygulamaya zor tabirimiz. Tacizler, tecavüzler, kadına karşı şiddet olayları arttı mı; “Eğitim şart”. Ne dediğimizi bile tam bildiğimizden emin değilim. Hangi eğitimden söz ediyoruz? Evdeki? Toplumdaki? Maazallah okuldaki?
Kayseri’de 18 yaşında bir genç kız, Cansel, ‘kutsal’ eğitim yuvasında, onu ‘eğitmekle’ görevli öğretmeninin tecavüzüne uğradığı için kendini öldürdü. “Bir kişinin hatası genele mal edilemez” mi dediniz? Cansel birçok kişinin yapamadığını yapmış, başına geleni arkadaşlarıyla da öğretmenleriyle de konuşmuş. Yer yerinden oynamış mı? Hayır, sessiz sedasız bir ‘soruşturma’ yürütülür olmuş okulda. Aman okulun ‘itibarı’ zedelenmesin, kol kırılsın yen içinde kalsın.
Ne geliyorsa zaten başımıza o yenler içinde kalan kırık kollardan geliyor. Asıl tehlikenin ailede, okulda, burnumuzun dibinde olduğunu saklayalım da kimseler bilmesin.
Cansel’in gücü yetmemiş o soruşturmayı beklemeye. Ortada tecavüze uğradığını söyleyen bir çocuk var, her gün o okula gidip o kişiyi görüyor, tedaviye muhtaç, neyi nerede soruşturuyorsunuz?
Buyrun, o gün olması gereken şimdi oldu. Cansel kendini vurduktan sonra. Müdür ve yardımcıları görevden
‘Piyasa ekonomisi’ tanımına karşı ‘armağan ekonomisi’ kulağıma nasıl güzel geldi, anlatamam. ‘Kahraman bakkal süpermarkete karşı’ gibi.
Her şey parayla, evet. Hepimizin paraya ihtiyacı var, kuşkusuz. Ama Kara Kabare ekibi gibi asıl ihtiyacınızın ne olduğunu düşündüğünüzde, cüzdanınıza koyduğunuz kağıt parçasının kendisine değil onunla alabileceklerinize ihtiyaç duyduğunuzu kabul etmeniz an meselesi. Büyük bir keşif değil zaten de sanki uygulanamaz gibi, değil mi?
Ama burada “Sözümüzü sadece sahnede söyleyip, sonra üretim / tüketim açısından aynı kalıpları tekrarlamanın vicdanımızı rahatsız ettiğini bulduk. İnandığımız, hayalini kurduğumuz dünyayı ve ilişki biçimlerini gerçekleştirmek için, ne zaman geleceği belli olmayan bir toplumsal dönüşümü beklemek istemedik” diyen bir ekip var ve işin yöntemini de pek güzel bulmuşlar.
‘Kamamber’in armağan listesi
Aslında son yılların en zekice buluşlarından ‘zaman kumbarası’, ‘zumbara’dan da esinlenilmiş bir yöntem bu. Hani para yerine zamanın geçer akçe olduğu sosyal paylaşım sitesi var ya, insanlar birbirleriyle zamanlarını, becerilerini, deneyimlerini değiş - tokuş ediyorlar.
Kara Kabare de her salı 20.30’da Maya Sahne’de oynadıkları ‘Kamamber’
Dün bütün gazetelerin birinci sayfasındaydı neredeyse, ‘Aşkın ömrü sadece 2.5 yılmış!’ haberi. Bahçeşehir Üniversitesi’nde bir konferans düzenlenmiş, Beyin ve Sinir Cerrahisi Uzmanı Prof. Dr. Kemal Yücesoy ile Kalp ve Damar Cerrahisi Uzmanı Prof. Dr. Özalp Karabay, aşkın gelişimini ve insan bedenindeki etkilerini ele almışlar.
İki profesörün aşkı ilk masaya yatırışı değil bu, birkaç yıldır katıldıkları konferanslar ve radyo programlarıyla aşkın kalpte mi, beyinde mi yaşandığını tartışmaktalar.
Çıkan haberlerden anlaşıldığı üzere, verdiği ‘kara’ haberle Bahçeşehir’deki konferansın yıldızı Prof. Dr. Yücesoy olmuş. AA’nın haberine göre, ‘Geçici bir delilik hali, bir akıl tutulması’ olarak tanımlıyor Yücesoy, aşkı. Hem hormon ölçümleriyle, hem beyin görüntülemeleriyle mevzunun gelişimi izlenebiliyormuş. 1.5 saniyede kapılıyormuşuz, ondan sonra beyinde hummalı bir faaliyet başlıyormuş. Neler olduğunu bilmek istemezsiniz, insanın maazallah aşık olup delirmemek için kendisini eve hapsedesi geliyor.
Hormonlar devreye girdiğinde de bir başka içler acısı durum. Duygunuz, ya da Yücesoy’un tanımıyla akıl tutulmanız karşılık bulsa bir türlü, bulmasa başka. Fakat eninde sonunda, hepsi hepsi 2.5
Cover albümler her daim tartışılan bir konu. Sizi kolaycılıkla suçlayan çok olur, baştan başa cover parçalardan oluşan bir albüm yaptığınızda... Zaten tanınıp sevilmiş şarkıları tekrar yorumlamanın risk almamak olduğunu düşünen... Bana göre de riskin ta kendisidir, başka bir yorumla benimsenmiş parçaları alıp kendinizin kılmaya soyunmanız. Hele de Hayko Cepkin’in yaptığı gibi bambaşka tarzlardan şarkıları seçip bir potada eritmeniz...
‘Beni Büyüten Şarkılar’ adıyla DMC’den çıktı Cepkin’in yeni albümü. Çok sıcak ve samimi bir başlık. Çocukken ne dinlediyse, hangi şarkılardan etkilendiyse onları söylemek istemiş. Görünüşe göre de çok renkli bir çocukluk geçirmiş. İbrahim Tatlıses de dinlemiş, Edip Akbayram da, Zeki Müren de, Moğollar da, Selda Bağcan da... Şimdi bunları kendi müzikal süzgecinden geçirip o çok özgün vokali ve kendine has düzenlemeleriyle sunuyor.
‘Ben İnsan Değil Miyim?’le açılıyor albüm. Müthiş bir seçim, ‘arabeski rock sosuna bulamanın modası geçmedi mi?’ diye önyargıyla yaklaşmamalı, bu gerçek bir Hayko Cepkin şarkısı olmuş. ‘Aldırma Gönül’ de öyle, daha introdan sarıp sarmalıyor insanı. Hayki’nin rap bölümü de cuk oturmuş şarkının içine. Sonra ‘O Çeşme Kurumuş