En beklenmedik anda bir şehrin umulmadık bir duvarına şaşırtan, düşündüren, öfkeye tercüman olan, zekasıyla hayranlık uyandıran ama her koşulda sistemi eleştiren bir iz bırakıveren İngiliz sokak sanatçısı Banksy’yi şehrimize bekliyorduk ne zamandır.
Onun ‘beklenmedik’liğine ters bir şeydi bu ama olsun. İstanbul’da bir Banksy sergisi, heyecan uyandırmayacak gibi değildi.
Gerçi bu serginin Banksy’nin uzun yıllar yol arkadaşlığı yapıp 2009’da bozuştuğu eski menajeri Steve Lazarides’in eseri olması düşündürmüyor değildi. Sotheby’s’de Banksy müzayedesi de düzenleyen Lazarides kendi söylüyor, “Banksy görse nefret eder” diye.
Kendisini ‘gerilla sanatçı’ olarak gören, orijinal, imzalı işlerini New York Central Park’ta 60 dolara satan ve eserlerine binlerce dolar verilmesiyle dalga geçen bir adamın, o dolarları vermiş koleksiyonerlerden toplanmış işlerinden oluşan bir retrospektif bu, neticede.
Sosyal medyada serginin en çok da bir yatırım şirketinin (Global Yatırım) sponsorluğunda gerçekleştiriliyor olması Banksy’nin sokak sanatına külliyen ters düşmesi nedeniyle eleştiri oklarına neden oluyor. Ama tabii onu ve sanatını çok iyi tanıyan biri tarafından hazırlanmış ve kağıt ya da başka
Uzun bir süredir tanıyan tanımayan birçok kişinin içi titreyerek, iyi dileklerini, dualarını, neşelendirecek fıkralarını, fotoğraflarını, artık neyin faydasına inanıyorsa onu yollayarak izlediği Onur ile Ceren’in hikâyesinde tek kişilik döneme geldik bu hafta. 2007’den beri beyin tümörüyle mücadele eden Onur Ürenden’i 34 yaşında bu dünyadan uğurladık.
Coşkulu bir aşk, çok başka bir mücadele hikâyesiydi onlarınki. Ağlamalarla, sızlamalarla, ‘neden biz?’lerle kaybedecek vakitleri yoktu. Tedaviden çıkıp Bali’ye tatile giden bir çiftti Onur ile Ceren. “İyi düşünürsek iyi olacak” diye değil üstelik. Mucizelere inanarak değil.
Bir mucize varsa eğer, aralarındaki sevgiydi.
Bir hafta on gündür, artık sonun yaklaştığını bilen Ceren’in yazdıklarını hayranlıkla okuyorum yine. Çünkü çok dürüst ve gerçekler. En çok da “Mucize olacak inanıyoruz, direnin lütfen, bırakmayın kendinizi, sözleri artık çok incitici, yorucu ve herhangi bir şeye fayda etmiyor. Hatta yapılacak bir şey varmış da başarısızmışız, becerememişiz gibi hissediyoruz” demesi. Kendi çok sevdiğim birinin hastalığında yaşadım, bilirim ne fena gelir insana. Hele o “Sen iyi düşün, iyi olsun”lar, sanki ben istedim de geldi
Aşık Veysel’e sorulduğu iddia edilir, “Aşk nedir?” diye; “Seversin kavuşamazsın, aşk olur” olmuş cevabı. Doğruluğunu test etmişizdir değil mi hayatımızda? Aşık olup kavuşmuş ve sonunda ne olduğunu görmüşüzdür.
Tam bu noktada “Aşkın yerini sevgi aldığında...” tesellileri baş gösterir, tabii ki inkar etmiyorum doğruluğunu. Öyledir mutlaka, durmuş oturmuş sevgiler de güzel ve çok kıymetlidir. Ama hâlâ ve hep en yazılası, anlatılası öyküler o kavuşamayan aşıklarınkidir.
Körü körüne, imkanlı mı imkansız mı hesaplamadan, “Benim için doğru kişi mi?” sorularını sormadan, uçurumdan atlar gibi içine atlananlar. “Aşkın gözü kördür” dedirtenler. ‘Deli gibi’ diye nitelediklerimiz.
Başka bir köşesinden baktığınızda ‘aptal gibi’ de görülecek olan aşklar. Kavuşulamadığı ve durulmayacağı için yıkıma neden olanlar. Sam Shepeard’ın ‘Aşk Delisi’ndeki (Fool for Love) gibi.
İlk kez çok yanlış bir kapının aralığında göz göze gelmiş iki çocuğun; aradan 15 yıl geçse de birbirleri için çocuk kalacak olan May ile Eddie’nin hikayesini 1980’lerde yazmış Shephard, 1985’te de Robert Altman’ın yönettiği filminde Kim Bassinger ile birlikte oynamış. Bizde neden çok tercih edilmediğini merak ettiğim bir
Bir mesleğin itibarı ne zaman zedelenir? Bir üniversite hocası sınıfta zorlandığı bir işlemi başardığı için “Yaptım!” diye sevinen öğrencisine “Yatakta çıkardığın sesleri burada çıkaramazsın, burası sınıf ortamı” dediğinde mi, yoksa bu korkunç sözler sınıf dışına çıkıp başkaları tarafından da duyulduğunda mı? O kız öğrencinin kendisini o ‘kutsal’ sınıf ortamında aşağılayan öğretmeni korumak gibi bir görevi var mıdır?
Olay, 2 Aralık’ta Karabük Üniversitesi Teknoloji Fakültesi Endüstriyel Tasarım Mühendisliği bölümünde yaşanıyor. Yrd. Doç. Dr. Erkan L., ’solidworks video eğitimi’ dersinde İ.K.’ya ettiği o cümleden ötürü dekanlığa şikayet ediliyor. Önce dekanlık olayı “tatlıya bağlama’yı deniyor. Fakat Karabük Üniversiteli Kadın Kollektifi olayın örtbas edilmesine izin vermiyor. Hocanın odasına gidip “Üniversitelerde tecavüzcü, erk dili besliyorsunuz, biz üniversiteli kadınlar olarak buna izin vermeyeceğiz” diye açıklama yapıyorlar ve sonuçta bir disiplin soruşturması başlatılmasını sağlıyorlar.
İki gün önce de soruşturma sonuçlanıyor. Ceza: Öğretmene ‘Devlet memuru vakarına yakışmayan tutum ve davranışta bulunmak’tan uyarı, öğrenciye 2 hafta uzaklaştırma.
Hadi aslında o suçun devlet
Birkaç kuşak tiyatro deyince ilk onları anlayarak büyüdü neredeyse. Bir Devlet Tiyatrosu, bir Kenterler. Yoklayın hafızanızı, mutlaka ilk birkaç tiyatro anınızın birinde ya Yıldız Kenter ya Müşfik Kenter vardır.
Ben ilk Orhan Veli’yi görmüştüm mesela yanılmıyorsam Müşfik Kenter’den. Sonra tabii bir dolu unutulmaz oyun izledi onu. ‘Martı’lar, ‘Anna Karenina’lar… ‘Gece Mevsim’leri... Ve müthiş kadrolar tabii. Selçuk Yöntem’den Cüneyt Türel’e, Tilbe Saran’dan Köksal Engür’e kimleri kimleri gördüm dünya gözüyle o sahnede. Şükran Güngör’ü de saygıyla anarak tabii.
Okan Yalabık gibi, Demet Evgar gibi, Bülent Şakrak gibi, Yeşim Koçak gibi genç kuşağın parlak oyuncularıyla da orada tanıştım ilk. Okul oldu benim gibi kim bilir kaç kişiye.
Cevabı içime oturdu
Zaman geçse de hiçbir şey olmayacağından, aslanlar gibi ayakta kalacağından emin olduğum bir ‘kurum’du, Kenter Tiyatrosu. Tabii bu ülkede ne saflık. Hangi tarihi, kültürel değer ayakta kalmış ki, memleketin neredeyse bütün dönemlerine tanıklık etmiş bir tiyatrosu kalsın, öyle değil mi?
Değerli tiyatro insanı Dikmen Gürün bir Yıldız Kenter biyografisi yazdı, Ece Baktı- aya da bu iki şahane kadınla Milliyet Sanat
Acaba hiç bu kadar kanıksamış mıydık ölü çocuk fotoğraflarını? Gazetelerin ilk sayfalarında görmeye en çok alıştığımız manzara oldu, sahile vurmuş çocuklar. Aylan Kürdi’de bir şok etkisi yaratmıştı, evet. Uykularımız kaçmıştı, utanmıştık üstünü örterken sıcak yataklarındaki çocuklarımızın. Resimlerini çizdik, şiirler yazdık, unuttuk. Almamız gereken dersin yanından bile geçmedik. Şimdi “Bir Aylan daha” oldu adları. Yakında flaş haber olmaktan çıkıp iç sayfalara da transfer olurlar. Vicdanımızı sızlatıp durmazlar yattıkları yerden.
En son Dikili ve Ayvalık’ta çarparken yüzümüze arkamıza yaslanarak izlediğimiz insanlık suçu, polis de İzmir’de sahte can yeleklerinin üretildiği atölyeye baskın yapmış. DHA’nın haberiydi, standartlara uygun can yelekleri 75 TL’den başlarken, denize düşen insanları öldüreceği garanti olan ucuz yelekler üretiliyor burada. Üstüne sahte markalar bastıkları yeleklerin içine normalde yalıtım, ambalaj, dolgu malzemesi olarak kullanılan petrokimya ürünleri dolduruyorlar, bunlar da suyu emip ağırlaşarak insanı suyun üstünde tutmak şöyle dursun, dibine çekiyorlar.
20-30 TL’ye gözlerini kırpmadan cinayet işliyorlar yani. Hatta ellerini de bulaştırmayıp
Efsun çok matrak ve çıkıntı bir karakter olduğundan keyifle izlediğim Kıvanç
Baruönü’nün yönettiği ‘Kocan Kadar Konuş’ filminin ikincisi olan ‘Diriliş’te biraz fazla ‘düğün altı’ olduğum için o kadar eğlenemediğimi itiraf ederek girmek istiyorum söze. İzlediyseniz (Ya da filmin uyarlandığı Şebnem Burcuoğlu’nun romanını okuduysanız) hatırlayacaksınız, en son eşten dosttan aldığı erkeği nikah masasına oturtma taktikleriyle iyice şirazeden çıkan Efsun’u (Ne mutlu ki Ezgi Mola) uçarak bir gelin buketini yakalamaya çalışırken görmüş, aralarına kara kedi giren Sinan (Murat Yıldırım), Efsun çiftini bir asansörde kafalarına anneanne terliği yemeden öpüşerek tabuları yıkmaya çalışırken bırakmıştık.
İkinci filmde hastanede buluyoruz çiftimizi. Asansör düşmüş, gençler gene mahzun, başlarında bütün sülale. Kız tarafı hâlâ acil nikah peşinde, erkek tarafı burnundan kıl aldırmıyor. Hatta devreye bir de evlere şenlik babaanne Cavide girmiş ki, herhalde her gelinin korkulu rüyası olsa gerek.
Ve fakat onu şahane Hümeyra oynadığı için filmin en keyifli yanlarından biri, aynı zamanda. Para onda, güç onda, gıcıklık dersen serveti oranında. ‘Downton Abbey’ izleyenler Maggie Smith’in
Sokakta yürürken sağınıza solunuza bakıyor musunuz hiç? Özellikle göz hizanızın altına doğru, çünkü boyları dizinize ancak yetişir... Bu soğukta, karda, kışta sokaktalar. Ya dileniyorlar, ya mendil satıyorlar, ya eteğinize yapışıyorlar. Asmalımescit’te bir grup var mesela, gecenin 1’inde 2’sinde hep dışarıdalar. Ya gidecek evleri olmadığından, ya ailelerinin ‘geçimi’ onlardan sorulduğundan.
Yaşları 7 - 8 en fazla. Kıvırcık saçlı bir kızımız var, eline yapışabildiği ‘büyük’ten Nesquik istiyor. Vicdanımızı rahatlatmak için sorduğumuz “Okula gidiyor musun?” sorusunun cevabı hep olumlu. Dersleri de iyi tabii, yok nasıl olacaktı? O zaman karşılarındakinin daha insaflı ve cömert olacağını tahmin ediyorlar herhalde içgüdüleriyle. Yoksa sokakta sabahlayan, karnını doyurmak için onun bunun eteğini çekiştiren çocuk nasıl okuyacak? Nasıl bir gelecek bekleyecek onu?
Ondokuz Mayıs Üniversitesi Sosyoloji bölümünden bir öğretim üyesi; Doç. Dr. Kezban Çelik, nüfusumuzun artması için dizilerde, kitaplarda, reklamlarda üç çocuklu ‘ideal’ aileler gösterilmesini önermiş. Özendirici olsun diye.
Ne için acaba? Biri dilenmeye çıksın, öteki mendil satsın, üçüncüsü de kırmızı ışıkta cam silsin