Budalalık mı diyeyim, cahillik mi, okuduğunu anlamamak yahut hiç okumadan fikir sahibi olmak mı... Ama ne yazık ki ülkemizde yaşayan ve buna hepimizden daha çok hakkı olduğuna inanan önemli sayıda insanın durumunu gösteren bir haber: Fransız aktör Gerard Depardieu, ülkesindeki bütün gayrımenkullerini satılığa çıkarmış, Fransa’yla bütün bağlarını koparmak istediğini belirtmiş.
Peki bundan bize ne? İsteyen istediği ülkede yaşar, istemediğiyle ilişkisini keser...
Hayır, öyle değil işte. ‘Bu ülkeden çekip gitmek istiyorum’ başlıklı haberin altında bir dolu Türk insanı ağzına geleni saydırmış. Kibar ve düzgün şekilde özetlemek söylemek gerekirse “Defol git, seni tutan mı var?” diyorlar...
Küfürler havada uçuşuyor, ne Ermeni döllüğü kalıyor, ne vatan hainliği, ne son dönemde eteklerinin tutuşmuş olması. Artık Depardieu’yü kimlerden sanıyorlarsa...
Bir örnek vermek gerekirse; “Ülkemizin ekmeğini yiyen gavurlaşmış vatan hainleri gitmek istiyormuş defolun gidin de Türkiye toprakları sizden kurtulsun nankör Türkiye düşmanları.”
Anlamakta güçlük çekiyorsunuz, değil mi? Evet, Gerard Depardieu kim bilmiyorlar, hangi ülkeden gitmek istiyormuş, bakmıyorlar. Sadece onu babalarının evi olan
Bir varmış bir yokmuş... Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, uzak bir ülke varmış. Kimsenin bibirinin diline dinine karışmadığı, bütün insanlarının birlik ve huzur içinde yaşadığı bir ülke. Sonra ne olmuşsa olmuş, bir takım karanlık güçler huzuru bozmuş. Nereden geldiği belli olmayan bir takım kötü adamlar ‘azınlıkların’ evlerine dalıp dükkanlarını yağmalamışlar, komşuyu komşuya düşman etmişler.
O iki günlük kabustan geriye biraz kül, biraz duman kalmış. Adına da 6 - 7 Eylül olayları denmiş.
Biraz böyle, değil mi? Sanki çoook eski zamanlarda, hiç bilmediğimiz diyarlarda yaşanmıştır 6 - 7 Eylül.
Yurtdışında bir şehre gittiğimizde “Burada şu çatışma, şu saldırı yaşandı, şu kıyım oldu” denen yerleri ziyaret ederiz de, her gün geçtiğimiz sokaklarda neler olduğu gelmez aklımıza.
Tam da o fotoğrafların çekildiği noktada durmakta olduğumuzu hatırlamayız. O kabus burada yaşanmış olamaz.
Yaldızları kazıyacak bir yolculuk
6 Eylül sabahı, aydınlık, pırıl pırıl bir İstanbul sabahında, 60 yıl öncenin,
İlhan İrem, Harbiye Cemil Topuzlu Açıkhava Sahnesi’nde ‘aşık ruhlar’ dediği dinleyicilerini Sevecen adını verdiği orkestrası ile iki saatlik bir yolculuğa çıkardı
Hoşgeldin yaşayan efsane!” Bir kadın haykırıyor kalabalığın içinden. Öyle böyle değil, Harbiye Açıkhava’da yer gök insan ve siyah perdenin açıkması geciktiği için sabırsız bir hava hakim. Birkaç alkışlı çağırma denemesinden sonra sisler ve mor ışıklar arasında açılıyor perde. Başımızdan aşağı yaldızlı konfetiler yağarken simsiyah giysileri, kara gözlükleri ve siyah ojeleriyle o geliyor: İlhan İrem. Sahnede boydan boya yürüyüp ‘Âşık ruhlar’ dediği dnleyicilerini selamlarken alkıştan yıkılıyor ortalık.
42’nci yılı devirdi
Popüler müziğimizde eşi görülmemiş bir durum, İlhan İrem’inki. Müzikte 42. yılını devirirken ne zamandır yeni albüm yapmaması ya da televizyonda, gazetelerde boy göstermemesi zerre kadar eksiltmiyor sevenlerinin ilgisini. Üstelik iki tane eski, bildik şarkıyı dinlemeye de gelmiyorlar. Felsefesiyle, duruşuyla, her şeyiyle takip ettikleri, sevdikleri bir sanatçı var karşılarında. ‘Nostalji’ değil yani bu kadar insanı buraya toplayan. Sanki onca yıl hiç geçmemiş gibi. Zaten İlhan İrem de “Zaman diye bir şey
Geçen gün sabah haberlerini izliyorum, “Av yasağı bitiyor” haberi, her yıl bu zamanlarda olduğu gibi. Mikrofonlar balıkçılara yönelmiş, balıkçıların canı sıkkın. “Balık azaldı” diyorlar. Ama bu seneden ümitliler; “Palamut, istavrit ve çinekopta bereket bekliyorlarmış.”
Çinekopta bereket? Aynı iddiaya gazetelerde de rastlıyorum sonra. Halbuki artık öğrenmiştik; çinekop ve sarıkanat lüferin yavrusuydu, o yüzden avlanmaları yasaktı. Bugün “Denizlerimizde balık tükendi” diye ağlıyorsak bunun sebebi sorumsuzca avlayıp soylarını kurutmuş olmamızdı. Niye hep başa sarıyoruz?
Bakanlık da uyarıyor
Slow Food’un Türkiye ayaklarından Fikir Sahibi Damaklar’ın kurucu lideri Defne Koryürek, bu konunun yılmaz savaşçılarından. Yıllardır “Sarıkanat ve çinekop tüketmeyin, tezgahta gördüğünüzde şikayet edin” demekten dilinde tüy bitti. Bugünlerde yine iş başında. “Bu yıl çinekopa doyacağız” gibi cümlelerin ne kadar tehlikeli olduğunu anlatıyor bir kez daha.
Üstelik Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’nın da uyarıda bulunduğu, avlanacak balıkların boyutunu belirlediği posterleri var. Lüfer için belirlenen yasal boyut 20 cm. Koryürek, aslında bunun da yetersiz olduğunu, türün devam edebilmesi için 29
İnsan bazı şeylerin önemini başına gelmeden bilemiyor. Birkaç yıl öncesine kadar fizyoterapi benim için spor yaparken bir yerini inciten tanıdıklarımın muhatap olduğu bir daldı. Ne kadar hayati olabileceğini tahmin etmezdim...
Maalesef yaşadığımız talihsizlik, ailemdeki çok ciddi bir sağlık sorunu, işini iyi yapan bir fizyoterapistin birçok fonksiyonunu kaybeden bir insanı yeniden yürüyen, elini kolunu kullanabilen biri haline getirebileceğini öğretti. Aynı şekilde işinde ehil olmayan birinin de hastaya kalıcı zararlar verebileceğini... Nörolojik hastalar, engelliler, yoğun bakım hastaları var ellerinde. Hafife alınacak bir şey değil.
Hal böyle olunca, bir haftadır Twitter’da kopan fırtınaya da duyarsız kalamadım... Türkiye Fizyoterapistler Derneği’ nin (TFD) bir derdi var. YÖK’ün ilan ettiği lisans tamamlama programının Fizyoterapi ve Rehabilitasyon bölümünü de kapsaması.
Bu ne demek? İki yıllık sağlık ön lisans bölümlerinden mezun olan öğrencilerin ‘uzaktan eğitim’ metoduyla lisans tamamlayıp dört yıl bu dalda okumuş, uygulamalı dersler almış, pratik yapmış Fizyoterapi ve Rehabilitasyon mezunlarıyla aynı konuma gelmesi demek.
TFD, eylem hazırlığında
Bu şekilde sağlık personelinin
Candan Erçetin müzikte 20’nci yılını bir Türk Sanat Müziği albümüyle kutluyor. Erçetin son zamanlarda çok aşk şarkıları yazmıyor ama aşktan vazgeçtiğinden değil bu, “Aşktan vazgeçmek insanı yaşarken öldürür” diyor: “Hayatı tek başıma göğüsleyebilirim ama bu birine yaslanmaya ihtiyacım yok anlamına gelmiyor”
Bir insanı CD’den dinlemekle konserde izlemek bu kadar fark ettirebilir mi? Candan Erçetin müzikte 20’nci yılını Harbiye Açıkhava’da verdiği konserlerle kutladı. Evet, her zaman çok iyi bir sesi ve yorumu vardı ama bu duygu alışverişi ancak göz göze baktığında mümkün olabiliyor. O zaman “Soğuk bir kadın mıymış, mesafeli miymiş, sert miymiş” gibi üzerine yapışmış yaftaların hepsinin hikaye olduğunu görüyorsunuz çünkü çıplak ayak şıkır şıkır oynayan bir Trakyalı kız izliyorsunuz. Ya da kendisine teselli olsun diye yazdığı aşk şarkısıyla hepimizin yüreğine tek tek dokunan duygu dolu bir kadın...
Bildiğim, gördüğüm Candan Erçetin ise arada kocaman kahkahalar patlatan, müthiş matrak ve eğlenceli biri. Galatasaraylılar Derneği’nde buluşup mektep dayanışmasının da etkisiyle, 10 yıl önce yine bir röportajda bıraktığımız sohbetimize hiç zaman geçmemiş gibi, adeta kaldığımız yerden
Son haftanın sosyal medya fenomeni, Aksaray’da 15 esnafı darmaduman eden Kuveyt asıllı İrlandalı boksör turist. Böyle yan yana yazınca bile göze fantastik geliyor, bir Onur Ünlü filmi kahramanı olabilir pekala. Twitter konuyla ilgili yaratıcı espriden yıkılıyor.
Zaytung’un kafa patlatmasına bile gerek yok, dediğim gibi olayın kendisi absürdlük şahikası. Adamcağız dolabı açarken su şişelerini düşürdü diye sen üzerine yürü, sopayla sandalyeyle kafasını kırmaya çalış, beceremedikçe adam topla, bir kişiye 15 kişi dalmaya kalkış ve o sadece yumruklarını kullanarak hepinizle baş etsin. Cüneyt Arkın’ın 2015 versiyonu mübarek.
Ve kabul edelim ki aslında bizim esnafımız dayak yedi diye bu kadar gülüp eğlenmemiz de tuhaf.
Delikanlılığın kitabını yazdı
Nitekim Independent gazetesi bu konuya değinmiş ve “Türkler, İrlandalı turisti neden kahraman ilan ettiler?” diye bir yazı yayınlamış. Gazete, meseleyi Gezi olayları sırasında oluşan esnaf algısına bağlıyor sonunda.
Haksız mı? Değil bence de. Sen kendini polis zannedip savunmasız insanlara, ‘kendi insanına’ sopayla taşla saldırırsan. Camına kar topu geldi diye insan bıçaklarsan bir gün ‘elin oğlu’ gelip bir yumrukta dişlerini döker, kimse de durup
Bir annenin çocuğu üzerindeki tasarrufu nereye kadardır? Aman diyeyim, kutsal anneliği sorgulamaya filan kalkmıyorum, sadece ortada bebeğin sağlığını tehdit etmeye varan bir durum varsa, yine de ‘bebek annenin’ midir? Çocuğuna şiddet uygulayan, bilinçli olarak zarar veren anne babalar değil, sözünü ettiğim. Aksine, ne yapıyorsa çocuğunun ‘iyiliği için’ yapan ebeveynler. Aslen sağlıklı olsun, mutlu olsun, iyi olsun diye, onu dış dünyanın bütün kötülüklerinden korumak adına kendi doğru bildiklerini uygulayanlar.
Şirin bir romantik komedi tadında başlayıp değme gerilim filmine taş çıkaracak hale gelen ‘Aç Kalpler - Hungry Hearts’, insanı kesif bir çaresizlik duygusu ve bütün bu cevapsız sorularla yüz yüze getiriyor.
Seyirci ikilemde kalıyor
‘Mina’ ile ‘Jude’, New York’ta bir Çin lokantasının tuvaletinde kapalı kalarak tanışan bir çift. Tez zamanda ‘Mina’nın hamileliğiyle birlikte nikah masasında buluyoruz aşık ikilimizi.
Ve bebek, daha annesinin karnındayken bütün dengeleri alt üst ediyor. Çünkü ‘Mina’ya bir ‘arınma’ hastalığı geliyor. Modern tıbba inanmıyor, alternatif yöntemleri baş tacı ediyor. Doğumdan itibaren de her şey çığrından çıkıyor. Ki doğumun kendisi de