Geçen gün sabah haberlerini izliyorum, “Av yasağı bitiyor” haberi, her yıl bu zamanlarda olduğu gibi. Mikrofonlar balıkçılara yönelmiş, balıkçıların canı sıkkın. “Balık azaldı” diyorlar. Ama bu seneden ümitliler; “Palamut, istavrit ve çinekopta bereket bekliyorlarmış.”
Çinekopta bereket? Aynı iddiaya gazetelerde de rastlıyorum sonra. Halbuki artık öğrenmiştik; çinekop ve sarıkanat lüferin yavrusuydu, o yüzden avlanmaları yasaktı. Bugün “Denizlerimizde balık tükendi” diye ağlıyorsak bunun sebebi sorumsuzca avlayıp soylarını kurutmuş olmamızdı. Niye hep başa sarıyoruz?
Bakanlık da uyarıyor
Slow Food’un Türkiye ayaklarından Fikir Sahibi Damaklar’ın kurucu lideri Defne Koryürek, bu konunun yılmaz savaşçılarından. Yıllardır “Sarıkanat ve çinekop tüketmeyin, tezgahta gördüğünüzde şikayet edin” demekten dilinde tüy bitti. Bugünlerde yine iş başında. “Bu yıl çinekopa doyacağız” gibi cümlelerin ne kadar tehlikeli olduğunu anlatıyor bir kez daha.
Üstelik Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’nın da uyarıda bulunduğu, avlanacak balıkların boyutunu belirlediği posterleri var. Lüfer için belirlenen yasal boyut 20 cm. Koryürek, aslında bunun da yetersiz olduğunu, türün devam edebilmesi için 29
İnsan bazı şeylerin önemini başına gelmeden bilemiyor. Birkaç yıl öncesine kadar fizyoterapi benim için spor yaparken bir yerini inciten tanıdıklarımın muhatap olduğu bir daldı. Ne kadar hayati olabileceğini tahmin etmezdim...
Maalesef yaşadığımız talihsizlik, ailemdeki çok ciddi bir sağlık sorunu, işini iyi yapan bir fizyoterapistin birçok fonksiyonunu kaybeden bir insanı yeniden yürüyen, elini kolunu kullanabilen biri haline getirebileceğini öğretti. Aynı şekilde işinde ehil olmayan birinin de hastaya kalıcı zararlar verebileceğini... Nörolojik hastalar, engelliler, yoğun bakım hastaları var ellerinde. Hafife alınacak bir şey değil.
Hal böyle olunca, bir haftadır Twitter’da kopan fırtınaya da duyarsız kalamadım... Türkiye Fizyoterapistler Derneği’ nin (TFD) bir derdi var. YÖK’ün ilan ettiği lisans tamamlama programının Fizyoterapi ve Rehabilitasyon bölümünü de kapsaması.
Bu ne demek? İki yıllık sağlık ön lisans bölümlerinden mezun olan öğrencilerin ‘uzaktan eğitim’ metoduyla lisans tamamlayıp dört yıl bu dalda okumuş, uygulamalı dersler almış, pratik yapmış Fizyoterapi ve Rehabilitasyon mezunlarıyla aynı konuma gelmesi demek.
TFD, eylem hazırlığında
Bu şekilde sağlık personelinin
Candan Erçetin müzikte 20’nci yılını bir Türk Sanat Müziği albümüyle kutluyor. Erçetin son zamanlarda çok aşk şarkıları yazmıyor ama aşktan vazgeçtiğinden değil bu, “Aşktan vazgeçmek insanı yaşarken öldürür” diyor: “Hayatı tek başıma göğüsleyebilirim ama bu birine yaslanmaya ihtiyacım yok anlamına gelmiyor”
Bir insanı CD’den dinlemekle konserde izlemek bu kadar fark ettirebilir mi? Candan Erçetin müzikte 20’nci yılını Harbiye Açıkhava’da verdiği konserlerle kutladı. Evet, her zaman çok iyi bir sesi ve yorumu vardı ama bu duygu alışverişi ancak göz göze baktığında mümkün olabiliyor. O zaman “Soğuk bir kadın mıymış, mesafeli miymiş, sert miymiş” gibi üzerine yapışmış yaftaların hepsinin hikaye olduğunu görüyorsunuz çünkü çıplak ayak şıkır şıkır oynayan bir Trakyalı kız izliyorsunuz. Ya da kendisine teselli olsun diye yazdığı aşk şarkısıyla hepimizin yüreğine tek tek dokunan duygu dolu bir kadın...
Bildiğim, gördüğüm Candan Erçetin ise arada kocaman kahkahalar patlatan, müthiş matrak ve eğlenceli biri. Galatasaraylılar Derneği’nde buluşup mektep dayanışmasının da etkisiyle, 10 yıl önce yine bir röportajda bıraktığımız sohbetimize hiç zaman geçmemiş gibi, adeta kaldığımız yerden
Son haftanın sosyal medya fenomeni, Aksaray’da 15 esnafı darmaduman eden Kuveyt asıllı İrlandalı boksör turist. Böyle yan yana yazınca bile göze fantastik geliyor, bir Onur Ünlü filmi kahramanı olabilir pekala. Twitter konuyla ilgili yaratıcı espriden yıkılıyor.
Zaytung’un kafa patlatmasına bile gerek yok, dediğim gibi olayın kendisi absürdlük şahikası. Adamcağız dolabı açarken su şişelerini düşürdü diye sen üzerine yürü, sopayla sandalyeyle kafasını kırmaya çalış, beceremedikçe adam topla, bir kişiye 15 kişi dalmaya kalkış ve o sadece yumruklarını kullanarak hepinizle baş etsin. Cüneyt Arkın’ın 2015 versiyonu mübarek.
Ve kabul edelim ki aslında bizim esnafımız dayak yedi diye bu kadar gülüp eğlenmemiz de tuhaf.
Delikanlılığın kitabını yazdı
Nitekim Independent gazetesi bu konuya değinmiş ve “Türkler, İrlandalı turisti neden kahraman ilan ettiler?” diye bir yazı yayınlamış. Gazete, meseleyi Gezi olayları sırasında oluşan esnaf algısına bağlıyor sonunda.
Haksız mı? Değil bence de. Sen kendini polis zannedip savunmasız insanlara, ‘kendi insanına’ sopayla taşla saldırırsan. Camına kar topu geldi diye insan bıçaklarsan bir gün ‘elin oğlu’ gelip bir yumrukta dişlerini döker, kimse de durup
Bir annenin çocuğu üzerindeki tasarrufu nereye kadardır? Aman diyeyim, kutsal anneliği sorgulamaya filan kalkmıyorum, sadece ortada bebeğin sağlığını tehdit etmeye varan bir durum varsa, yine de ‘bebek annenin’ midir? Çocuğuna şiddet uygulayan, bilinçli olarak zarar veren anne babalar değil, sözünü ettiğim. Aksine, ne yapıyorsa çocuğunun ‘iyiliği için’ yapan ebeveynler. Aslen sağlıklı olsun, mutlu olsun, iyi olsun diye, onu dış dünyanın bütün kötülüklerinden korumak adına kendi doğru bildiklerini uygulayanlar.
Şirin bir romantik komedi tadında başlayıp değme gerilim filmine taş çıkaracak hale gelen ‘Aç Kalpler - Hungry Hearts’, insanı kesif bir çaresizlik duygusu ve bütün bu cevapsız sorularla yüz yüze getiriyor.
Seyirci ikilemde kalıyor
‘Mina’ ile ‘Jude’, New York’ta bir Çin lokantasının tuvaletinde kapalı kalarak tanışan bir çift. Tez zamanda ‘Mina’nın hamileliğiyle birlikte nikah masasında buluyoruz aşık ikilimizi.
Ve bebek, daha annesinin karnındayken bütün dengeleri alt üst ediyor. Çünkü ‘Mina’ya bir ‘arınma’ hastalığı geliyor. Modern tıbba inanmıyor, alternatif yöntemleri baş tacı ediyor. Doğumdan itibaren de her şey çığrından çıkıyor. Ki doğumun kendisi de
Tiyatro ve sinemamızın en büyük aktörlerinden Münir Özkul 90 yaşında. Gözlerden uzak kalsa bile gönüllere yakın olan ustanın yeni yaşıyla beraber, “Yaşar Usta”larla, “Kel Mahmut”larla temsil ettiği değerleri de kutluyoruz
Yıl 1940... Annesinin “paşa oğlu” okulu kırmış, Miltiyadi sinemasında almış soluğu. Kim bilir kaçıncı kez izlediği vurdulu kırdılı filmin tatbikatı yapılacak çıkışta. Arkadaşı Sırrı Gültekin’le birlikte Yenikapı sahillerinde yuvarlanacaklar. Akşam o salonda ustaları izleyecekler. Dümbüllü’ler, Naşit Bey’ler karşısında... 15 yaşındaki Münir Özkul’un aklı fikri sahnede.
Aksi gibi de mahcup bir çocuktu, Hayriye hanımla İbrahim beyin 15 Ağustos 1925’te dünyaya gelen oğulları Münir. Dadısı Sayma hanım, annesi, ablaları Saime ve Sıdıka hep gözünün içine bakardı. Annesi büyüyüp general olmasını beklerken, okulla, kuralla, nizamla hiç başı hoş olmadı. Üç senelik liseyi sekiz senede, sekiz ayrı okulda bitirdi.
Zaten 15’inde oyuncu olmaya karar vermiş, gizlice Bakırköy Halkevi’ne girmişti. Onu sahneye ilk çıkartan Rauf Aydın, Mete Akyol’un hazırladığı “İşte Hayatınız” programında Münir Özkul’u çalıştırmanın ne kadar zor olduğunu anlatıyordu: “Kalıba, plana, programa
Bir yandan yeni sesler keşfedip sunan, bir yandan da bu toprakların tarihini, kültürünü kazıyıp ortaya arşivlik albümler çıkaran Kalan Müzik, ‘Aleviler’e Kalan’ derlemesinin ikincisini de çıkardı. Zaten artık belli ki müzik piyasasının ayakta durması derlemelere ve saygı albümlerine bağlı. Ancak onları satın alıp arşivine koyuyor insanlar. Böylesi 1 - 2 disklik Alevi - Bektaşi deyişleri külliyatı da alınıp saklanmayacak gibi değil.
Ben gerçek bir telaşla o parçadan bu parçaya koşarak dinlemekteyim albümü iki gündür. İçinde 25 deyiş var, usta isimlerin yanı sıra yeni keşfediyor olmaktan mahçup olduğum genç müzisyenler var. Hangi birini sayayım? İlk CD Erkan Oğur’la İsmail Hakkı Demircioğlu’nun sesinden Yunus Emre’nin ‘Ömür Bahçesi’yle açılıyor. Aşık Daimi’nin insana inanç tazeleyen bir deyişi var; “Kainatın Aynasıyım / Madem ki ben bir insanım / Hakkın varlık deryasıyım / Madem ki ben bir insanım...”
Onu Erdal Erzincan’ın sesinden dinliyoruz. Düzenlemeleri ve bağlamasıyla da albümün her köşesinde izleri var Erzincan’ın.
Ahuzar en kıymetli keşiflerden
Şevval Sam Nesimi’nin ‘Gül Türküsü’nü söylüyor, Grup Yorum Kul Hüseyin’le Aşık Daimi’den ‘Ey Şahin Bakışlım’ı, Cengiz Özkan Niyazi
Bu yıl Thassos’a gitmeyeni dövüyorlar diye duymuştum, nihayet biz de katıldık kervana. Thassos, İstanbul’dan karayoluyla beş saatte varabildiğiniz Keramoti’den 35 dakikalık feribot
yolculuğuyla ulaştığınız bir Yunan adası. İsmi Taşöz diye okunuyor, mermeriyle ünlü. Ve an itibariyle sokakta arabaların yarısı 34 plakalı. Esnaf da habire Türkçe sözcükler sıkıştırıyor araya. “Thassos bir Türk adasıymış meğer” diye diye dolaşıyoruz sokakları...
Ama birkaç saat içinde yanıldığımızı anlıyoruz. Öncelikle fiyatlardan... Koca koca masalar donatsan adam başı 15 euro’dan fazla ödeyemiyorsun. (Türk lirasına çevirmek isterdim ama yarın sabaha kadar kim bilir euro kaça gelmiş olur...) “Sezon kısa, yakalamışken kazıklayalım” diye düşünmeyi öğrenememişler.
Ayak bastı parası yok
İnşaat sektörü de hiç gelişmemiş memlekette. Nereye baksan çam ormanı... Bodrum’un filan dağlarında tepelerinde baştan aşağıya beyaz siteler görmeye alışmış gözümüz yeşili yadırgıyor. Anlaşılan orman yangını diye bir şey bilmiyorlar. İnanıyorum ki, Türk turistler gele gide Thassos halkını da uyandırmayı başaracaktır.
Plajlar herkesin sonra...
Sizden ayak bastı parası almayı, şezlongdan, şemsiyeden kâr etmeyi akıl etmiyorlar.