Çocukluğumda döndüre döndüre dinlediğim bir kaset vardı evde. Ablama ait.. Kapağı var mıydı hatırlamıyorum, çünkü benim için o, çok tatlı bir genç kız sesiydi, yüzü yoktu. Çocuk olduğum için tabii, özellikle iki şarkısına bayılıyordum: ‘Masal’ ve ‘Ninni’. ‘Masal’da önce anne eşek ve inek yavrularını toplayıp öğüt veriyordu, “Bizleri örnek alın, ineklikten / eşeklikten şaşmayın” diye ve sonuçtan memnun, yavrularından razı göçüp gidiyordu. Aynı yolu izleyen insan ise hiç memnun kalmıyordu sonuçtan, haram ediyordu hakkını.
‘Ninni’ desen, ‘Uyu yavrum ninni’ diyerekten davul dümbelek eşliğinde ‘aranjmanla maranjmanla / kuponlarla muponlarla / renkli menkli sinemaskop’ avutulanlara seslenen ‘uyku kaçırıcı’ bir şeydi.
Bildiğim masallara ve ninnilere benzemiyordu, bu yüzden de çok merak uyandırıcıydı. Bir kere bu ‘abla’ niye hiç radyoya, televizyona çıkmıyordu? Gazetelerde resmi niye yoktu?
Adının Melike Demirağ, kendisinin yasaklı olduğunu, bu şarkıları yazan kocası Şanar Yurdatapan’la birlikte Almanya’da yaşadığını sonra öğrendim.
Ve kasetteki diğer şarkıların peşine takıldım... ‘Ağlamak ayıp değil’ diyordu, ‘Saklama göz yaşını / Yeter ki ağlarken de eğme bir an başını.’ Tüm
Ekrandaki dizilerde öyle enteresan erkek karakterler var ki, insan izlerken hayrete düşüyor. Aşkı hayatlarının merkezine koyan, hayatlarını sevdikleri kadının gözünün içine bakarak geçiren, onu sürekli sürprizlere boğan, her zaman tutarlı, ne istediğini bilen, fedakarlıkta sınır tanımayan adamlar bunlar...
Bağlanma bunalımları geçirmiyor, “İlişkiye hazır değilim” diye mırın kırın etmiyor, özgürlüklerinin kısıtlanmasından korkmuyor, kelle koltukta atıyorlar kendilerini sevdiklerinin kollarına.
Aşık adam, nankör kadınlar
Bakınız, ‘Kara Para Aşk’ın ‘Ömer’i... “Elif’im” diyor, başka bir şey demiyor. Hapishane duvarından uçurtma uçurmalar mı istersin, eve devasa Elif fotoğrafları asmak mı, gizli gizli tarifler alıp yemekler pişirmeler mi... Bir an bile vazgeçmiyor ‘Elif’in yüzünü güldürme sevdasından...
Sonra ‘Paramparça’nın ‘Cihan’ı... O dizinin hiç faça vermeyen tek karakteri... Sevdiği kadına inancını bir an bile kaybetmiyor, onunla ilgili hiçbir söylenene değil sadece onun ağzından çıkana ve kendi kalbine inanıyor... ‘Gülseren’ sürekli onu itelerken de, onu bırakıp başka bir şehre giderken de, sonsuza kadar bekleme kararından vazgeçmiyor.
“Bu yüzük sende durdukça benim için umut var
Dün dedim ki İstiklal Caddesi’nde, “Bugün bu şehre gelen bir turist, sadece Beyoğlu’na bakarak ‘Maşallah, bunlar ne medeni, ne sevgi ve saygı dolu, aynı zamanda da neşeli bir halk’ diye düşünebilir.”
Trans Onur Yürüyüşü’ndeyiz ve öylesine şeniz. İnsanlar rengarenk giysiler içinde; çoluk çocuk, hatta kucakta bebekler, şarkılar, düdükler, her durumdan iş çıkarmayı bilen seyyar satıcılardan alınan rengarenk peruklar, atkılar ve de son derece eğlenceli sloganlarla katediyor caddeyi boydan boya. Taksim’den açılmaya başlayan dev mavi, pembe bayrak hoplaya zıplaya bütün caddeyi örtüyor.
Esnaf camlardan sarkmış, bu çok renkli ve de çok sesli grubu alkışlıyor, fotoğraflar çekiyor, el sallıyor...
Yürüyüşün sloganlarından biri bu, “Alışın, her yerdeyiz.” Bu yolda yıllar içinde kat edilen mesafe azımsanacak gibi değil... ‘Görünür olmanın’ mucizesi bu. İnsan gördüğü, tanıdığı, dokunduğu şeyle bağ kuruyor, onu anlıyor.
Böyle böyle başkalarının varlığını, yaşam hakkını, sesini duyurma özgürlüğünü kabul etmeye, hatta desteklemeye başlıyor. Bütün iş, ilk adımı atmakta.
Gökkuşağı renklerinde bir hafta
23. LGBTİ Onur Haftası’na girdik. Bir hafta, gökkuşağı renklerinde geçecek ve pazar günü yine
Sona eren “Karadayı” dizisi, Bergüzar Korel’in oyuncu olarak kendini ispat ettiği işti. Hayatında ise kadın olarak kendini en çok beğendiği dönemde...
Hatırlar mısınız, bir ara memleketçe “Bir gece için bir kadına ne kadar ödenebilir?” konusuna kilitlenmiştik. Sorunun “150 bin dolar için bir gecelik ‘ahlaksız teklifi’ kabul eder misiniz?”, “Çocuğunuzun hayatı söz konusu olsa ne dersiniz?” gibi versiyonları da vardı.
Çünkü “Binbir Gece” diye bir dizi başlamış, orada “Bütün kadınların aklı fikri paradadır” gibi önyargılara sahip olan işadamı Onur (Halit Ergenç), hasta oğlunun canını kurtarmaya çalışan gururlu anne Şehrazat’a (Bergüzar Korel) bu savını test etmek için 150 bin dolar önermişti.
Biz de zamanında “Ahlaksız Teklif” filminde doyamadığımız bu konuyu bir kez daha enine boyuna masaya yatırmıştık. Bu arada, oynadığı dizi karakteri değil de kendisi bu teklife maruz kalmış gibi sorularla karşılaşan 24 yaşında bir genç oyuncu da şöhrete böyle “merhaba” demiş oldu: Sinema oyuncusu çift Tanju Korel ile Hülya Darcan’ın kızları Bergüzar Korel.
Aradan sadece dokuz yıl geçti, şimdi o, genç kuşağın en önemli dizi oyuncularından ve kocası Halit Ergenç’le Türkiye’nin “rüya
Bir konser memleketin en önemli ‘sorunu’ haline geldi, iyi mi? 27 Haziran’da Zorlu PSM’de konser verecek olan - yani artık umuyorum onun yerine Boğaziçi Üniversitesi Güney Kampüsü’nde dinleyicileriyle buluşacak - olan Boston Gey Men’s Chorus’tan söz ediyorum. Yani Boston Eşcinsel Erkekler Korosu’ndan.
Dünyadaki cinsel kimlik ayrımcılığına olabilecek en büyülü ve sağaltıcı silahla; müzikle kafa tutmayı amaçlayan bir koro.
Evet, eşcinsel erkeklerden oluşuyor ve bütün yaptıkları şarkı söylemek. Klasik müzikten de örnekler var repertuarlarında, Broadway müzikallerinden de...
Dünyanın dört bir yanında konserler veriyor, seyircileri de kattıkları şovlar düzenliyor, bütün bunlarla da bir şekilde hem toplumda farkındalık yaratmayı hedefliyor hem de toplanan gelirle çeşitli yardım kuruluşlarına destek oluyorlar.
Ve bizim ülkemizde, böyle bir koronun gelişi mesele oluyor. Zannedersiniz hiç
eşcinsel müzisyen görmedi bu sahneler.
Ama hayır, adıyla söyleyince “Vay efendim, sapkınlar korosu geliyor”, “Eşcinselliği yaymayı misyon edinmişler”!
Şevval Sam her işi belli bir özenle yapan bir kişi. Müzikte kendisini belli bir türe hapsetmek yerine her telden, her dilden söylemeyi tercih ediyor. Hepsini samimiyetle yapıyor. Bir de gönlünün sesine kulak vererek.
Öyle olmasa tam herkes ondan ‘Gülbeyaz’ dizisinin üstüne bir Karadeniz albümü patlatmasını beklerken gidip Türk sanat müziğiyle çıkmazdı yola. Üstelik o albüm öncesi ona ‘el verenler’ arasında “Usul, tavır mükemmel Şevval’de” diyen Müzeyyen Senar da vardı. Neyse, sonuç olarak tango da söyledi, arabesk de. Şimdi de türkü söylüyor. Aslında yıllardır konserlerinde türkü söylerdi, sırf türkülerden oluşan ‘Toprak Kokusu’ konserleri de vardı. Şimdi de aynı adlı bir albümü çıktı, Kalan Müzik’ten. Çerkesce, Çeçence, Kürtçe, Zazaca, Ermenice. Azerice parçalar söylüyor.
Üstelik müthiş ‘ustalar’ın desteğiyle. ‘Tanımadığım Ten’de, bestecisi Ahmet Aslan’ın sesi ve gitarı var örneğin. Mahsuni Şerif’in ‘Yuh Yuh’unu Ari Hergel ve Cansun Küçüktürk’le müthiş bir şekilde düzenleyen Vedat Yıldırım, İsmail Hakkı Demircioğlu’yla vokal de yapmış. Beni en çok etkileyenlerden biri İlknur Yakupoğlu’nun ‘Ben Denizde Bir Gemi’si oldu. Şevval Sam’ın sesine bu sakinlik yakışıyor.
Tek tek saymak
Çok çok basit bir soru: Savaşa karşı mısınız? Sanki cevabı da çok basitmiş gibi geliyor, ilk bakışta. Kim ister ki savaşı, değil mi? Peki kayıtsız şartsız, ‘ama’sız, koşulsuz olarak karşı olmaksa söz konusu olan?
O zaman bir duruyoruz, değil mi? Kendimizce ‘kutsal’ bir şeyler adına; tek tek saymıyorum, herkesin kutsalı kendine, o zaman
işler değişebilir belki... Belki ‘haklı’ savaş vardır, öyle mi?
İnsanlık tarihi herkesin ‘kendince’ haklı olduğu bir savaşlar tarihi değil mi, zaten? Birilerinin kahramanlık destanı bir başkasının felaketi... Peki sonuç? Sonuç her zaman her iki taraf için de kayıp, yıkım, ölüm değil mi?
Bu konuda sonsuza dek ahkam kesmek, çok doğru cümleler kurmak mümkün.
Ama bazen binlerce, çok büyük ve haklı cümlenin yapamadığını üç tane nota yapabilir ya, elimizde tam da öyle bir albüm var: ‘Savaş Kadınları’
En çok metroya binerken ve inerken düşünüyorum, kabalığımızın geldiği noktayı. Eğer atak olup önüne geçmeye çalışan kişiyi itmez, ondan önce davranıp ayağına basmaz, dirseğinle kenara savurmazsan mümkün değil, binebilmen. Geçen gün orta yaşlı, kibar bir kadın bindi yüksekçe bir sesle söylenerek. Bir delikanlı, onlar beklerken sağdan usta bir manevrayla önlerine geçip binivermiş. Kadın da kibarlığını asla bozmadan söyleniyor, “Biz hepimiz bekliyoruz, niye öne geçiyorsunuz” diye...
Genç adam eliyle oturacak yer gösteriyor, “Aha orda yer var ne dır dır ediyorsun” gibisinden. “Önemli olan oturmak değil ki, saygı” diyor kadın. Tamamen yabancı dilden konuşmaya başlıyor yani: ‘Saygı’... Devrelerin yandığı, genç arkadaşın arızaya geçtiği an. Bir nefes alıp püskürüyor: “Saygıyı senden mi öğrenecem lan!”
Tanıdınız herhalde bu cümle kalıbını... Artık yediden yetmişe, tepeden tırnağa her yerde. Sıkıştığımız anda yapıştırıyoruz... Karşımızdaki bizden büyükmüş, kibar kibar bir dert anlatıyormuş, önemli değil! Ondan mı öğrenecez lan?
Nezaket fena halde ‘out’. Artık kabalık zamanı. Bir dolu başka faktör kadar, herkesin birbirine ‘eleştiri’ kisvesi altında hakaret ettiği yarışma programlarının da