Şu yaşadığımız kaba, sert, acımasız dünyada bazı insanlar oluyor, varlıklarıyla yüreğinize su serpiyor. Her zaman nazik oluyorlar, düşünceli... Öfkelerini, hayal kırıklıklarını dile getirirken bile zarif... Kalpten bir yerden konuşuyorlar, sizi de oradan yakalıyorlar.
Feridun Düzağaç benim için böyle biri. Sezgilerine her zaman güvenebileceğiniz, sizi yanıltmayacak eski bir dost gibi. Birçok insan için de böyle; yeni bir Feridun Düzağaç albümü, o dış dünyanın sert rüzgarlarından kaçıp sığınabileceğiniz bir kuytu liman gibidir. Sony Müzik’ten yeni çıkan ‘Başka’ da bu limanların en sağlamlarından biri olmuş. Hem sözler, hem müzikler, hem de düzenlemeler açısından. “İlk kez bu kadar ‘yöresel enstrüman’ kullandım” diyor, sahiden de bir ‘başka’ olmuş. On şarkı var albümde, çıkış şarkısı düzenlemesi daimi dostları Can Alper ve Arıkan Sırakaya’ya ait ‘Biçare’. Evet, gerçek bir FD ‘hit’i bu şarkı ve iki bambaşka versiyonuyla yer alıyor albümde. Benim ilk anda favorim olan ‘Kül’ de öyle... (“Buluta yükü sorulmazmış” nasıl bir sözdür!) Bir de klarnetle uçuran ‘demli’ versiyonu var.
Doğum gününü kutlamıyor
Yalnız yanlış anlaşılmasın, şarkıların hepsi ayrı yakaladı beni. Alışık
Fotoğrafları arasında dolaşıyorum, şaşkınlık içinde... ‘Mamma Mia’yı izlemiş en son karısıyla Zorlu’da. Urla’ya bağbozumu şenliklerine gitmişler, ailece poz vermişler gülümseyerek. Surf yapıyor, Alaçatı’da... Seyahati, yemeyi içmeyi seven biri belli ki. Ve ailesine çok düşkün bir baba... Öyle görünüyor...
İyi eğitimli, başarılı bir bilgisayar mühendisi. Çok bilinen uluslararası bir bilişim firmasında yönetici... Toplantılardan kareler, dünyanın dört bir yanından iş gezisi anıları...
Aile buluşmaları sonra... Havuzlu evler, kebapçı sofraları, bolca; şimdi bakarken insanın tüylerini ürperten... Tıpkı şu kare gibi: Bir kolunda oğlu, bir kolunda yeğeniyle gülümseyen bir adam... “Gelsin kebaplar” yazmış altına... Şaka yapmış. O kareden tam iki yıl sonra sol kolunda tuttuğu çocuğun üzerine asit döküp yakacak.
Bir haftadır Develi’de yaşanan korkunç olayı anlamlandırmaya çalışıyoruz hepimiz. Lokantanın oyun odasında, 3.5 yaşında bir çocuğun üzerine asit dökülmüştü! Kim, neden, nasıl yapabilirdi bunu?
“Çalışanlardan birinin sevgilisi” diye bir tez atıldı ortaya... Kıza atarken çocuğa gelmişti. Makul göründü gözümüze. ‘Aşk uğruna’ kan dökmekten hiç çekinmeyen bir toplumuz; asiti
Ne severiz değil mi, o mahalle dayanışması filmlerini... Hani ‘kentsel dönüşüm’ uğruna dört yanı gökdelenlerle çevrilmiştir o yoksul semtin. Bir avuç insan sıkışıp kalmıştır ortada. Ama işte o kadar onurlu ve yüreklidir ki o bir avuç insan, el ele verince de birlikten öyle bir kuvvet doğar ki, kafa tutarlar bütün kodamanlara. Ve sevgi kazanır, iyilik kazanır, dostluk, dayanışma, birlik kazanır... Sen de kendini iyi hissedersin izleyici olarak. Güçlü, umutlu, inançlı çıkarsın salondan.
Bir de iyi yazılmış, iyi çekilmiş ve de iyi oynanmışsa, tadından yenmez. ‘Pilav üstü kuru’ gibi. Bugün gösterime giren ‘Takım: Mahalle Aşkına!’ gibi...
Bu filmin ‘direnenleri’ babalarından kalan halı sahayı kanlarının son damlasına kadar savunan iki kardeş; Tufan (Fırat Tanış) ile Turgay (Yağız Can Konyalı). Ama yalnız değiller; Çingene Selim’den (Özgür Emre Yıldırım) Liceli Memo’ya (Uğur Uzunel), iman gücüyle oynayan Mümin’den (Yunus Emre Terzioğlu) takımın adını ‘sathı müdafaa’ koymaya niyet eden Kerem’e (Kaan Turgut), maçta oğlanların tozunu attırdığı yetmezmiş gibi ‘bayan değil kadın’ demeyi de öğreten Gülgün’e (Beyza Şekerci) şahane bir ‘takım’ları var. Bir de Pascal Nouma’nın oynadığı
İnsan hayatında yeni bir sayfa açmaya, mesela evlenmeye karar vermişse onu gerçek bir beyaz sayfa kılmak için geçmiş defterlerini tamamen kapatmak isteyebilir belki. Eski sevgilileriyle ‘hesaplaşmayı’, kırdığı kalpleri geç de olsa onarmayı, bir tür ‘helallik almayı’...
Kendini ‘eşsiz ve unutulmaz’ zanneden kibirli bir bakış açısı tabii ama kabul edilebilir.
‘Özel’ olanları seçiyor
Bizim adamımız da 33 yaşına gelmiş, yazdığı kitapla az buçuk şöhreti yakalamış ve 23 yaşında bir hemşireyle nikah masasına oturmadan önce şehir şehir dolaşıp eski sevgilileriyle son kez görüşmek istiyor. ‘İhtiyacı var’ buna, kendi ifadesiyle. Zaten hayatın kendi ihtiyaçları üzerinden döndüğünü zannettiği için, hakkı da olduğu kanaatinde yıllar sonra ortaya çıkıp ‘bir yangının külünü yeniden yakıp geçmeye.’
Hayatına giren bütün kadınları arayıp görmeye kalksa yetiştiremeyeceğinden, sadece onun için ‘özel’ olanları seçip otel odalarında buluşuyor. Bakalım affedilmiş mi… Her şey yolunda mı… ‘İyi miyiz?’
Feri Baycu Güler’in kurduğu Mam-Art topluluğunun ilk oyunu ‘Özel Kadınlar Listesi’; orijinal adıyla ‘Some Girls’, bu bencil, kibirli ve büyümemiş adamın çeşitli biçimlerde kırıp dökerek
Hiç unutmuyorum, hazırlık sınıfındaydım, yani yaş 11 - 12. Okulda yeni kaynaştığım kızlarla başımızdan geçen taciz hikayelerini anlatmıştık birbirimize. Erkeklerin askerlik anıları gibi, bu topraklarda büyümüş kızların taciz hikayeleri vardır, Özgecan’dan sonra görmüştük ne kadar çok olduğunu...
Hikayelerin bir ortak yönü vardı; tacizcinin karşısındaki ‘çocuğa’ yaklaşmak için gayet nazik, efendi bir hal - tavır takınması. Yani “Ben sapığım” diye bağırmıyor bunlar. Bir sürü kız çocuğuna seri şekilde tacizde bulunabiliyorlar bu sayede yakayı ele vermeden.
Tut ki ele verdiler, o zaman ne oluyor?
Bu kez yasalar koruma altına alıyor onu. Diyarbakır’da son örneğini gördük işte. Adam kız öğrencileri evine çekmek için ücretsiz İngilizce dersi verdiğini duyurmuş...
Bir de kendisine asker süsü vermiş. Ve üç kıza porno film izlettirerek tacizde bulunmuş. Savcı bu ‘zincirleme’ suç için sanığın 150 yılla yargılanmasını istiyor, avukatı beraat etmesini.
Neye dayanarak?
“Sanığın mağdurlara nasıl dokunduğu konusunda net bilgi yok” gibi tuhaf bir cümleye ve “Müvekkilin çocukları zorla alması gibi bir durum olmamasına.” Yani bir kez daha çocukta taciz ‘rıza’sı buluyoruz...
“Yirmili yaşlarımdayken otuzlarımı hayatımın aşkıyla ve çocuklarımızla geçireceğimi düşünürdüm. Yumurta kırmayı bile bilmeyen ben, altmışıma geldiğimde torunlarıma elmalı turtalar yapacağımı hayal ederdim. Ve seksenimde, çökmüş bir nine olarak, arkadaşlarımla viski içecektim. Ama bir türlü kırklı yaşlarımı öngöremiyordum. Bununla beraber işte buradayım. Annemin cenazesindeyim ve üstüne bir de kırk yaşındayım.”
Başladığım anda büyük bir hızla beni dünyasına çeken bir romanın ilk satırları bunlar... Okura bir yandan sert bir kayaya çarpacağını hissettirirken diğer yandan bunu çok da canını yakmadan yapacağını sezdiren bir dili var.
Adı zaten ‘Bu da geçecek’ (Domingo). İspanyol yazar Milena Busquets’in kendi hayatıyla paralellikler taşıyan romanı. Hayatta en çok sevilmiş insana yazılmış bir veda mektubu... Ama öyle incelikli yazılmış ki, hem o kaybedilen annenin yokluğunun nasıl büyük bir boşluk olduğunu hissedip boğazınızda bir yumruyla çeviriyorsunuz sayfaları, hem de kahramanımız Blanca, iki eski kocası, iki oğlu ve birbirinden antika kız arkadaşlarının maceralarını takip ediyorsunuz eğlenerek.
Tuhaf yani, eğlenceli bir yas romanı. Hayata dair iştahlı, tutkulu, “Neşeli olmak bir
Kırca, son sözlerini birkaç gün önce kendisine verilen yaşam boyu onur ödülünü almaya giden oğlu aracılığıyla iletti. 41 yıllık seyircisine bir mektupla teşekkür etti; tam istediği gibi ‘güzel oynamış oldu’ finali...
Bugüne kadar hep cesur işler yaptı Duman. İlk günden beri kendilerine has bir sesleri, sözleri vardı ve bundan hiç taviz vermediler. Ama hiç bu kadar gözü kara da olmamışlardı; Kaan Tangöze’nin Ada Müzik’ten çıkan ilk solo albümü ‘Gölge Etme’de olduğu kadar...
O kadar ‘kişisel’, bir o kadar toplumsal, sek, süssüz püssüz, kelimenin tam anlamıyla ‘solo’ bir albüm.
Ülkeye, gündeme, dünyaya dair tepesini attıran, canına tak ettiren ne varsa sansürsüz kağıda dökmüş Kaan Tangöze. Özdemir Asaf’tan, Aşık Mahsuni Şerif’ten, Karacaoğlan’dan yardım almış ama bestelerin tümü tamamen kendisine ait. Beethoven’in ‘9. Senfoni’sinden etkilendiğini belirttiği ‘Amerikan Kovboyları’ dışında...
12 şarkının tamamında söyleyeceğini daha açılışta net bir şekilde dile getirmiş: Albüme adını da veren ‘Gölge Etme’de. “Elinde silahın varsa benim de gitarım var” diye başlayan şarkı, “Eğer sonunda kefene girmek varsa / Ölürüz icabında” diye bitiyor. Her şeye karşı yüreğine, ideallerine, şarkılarına, yoldaşlarına güvendiğini
haykırıyor ele güne.
Haykırıyor dediysem, aslında son derece usul usul söylüyor, etkisini de buradan alıyor aslında. Sevenin çok sevdiği, sevmeyenin tahammül edemediği bir vokal tarzı vardır ya