Öyle şaşırtıcı bir yönetmen ki, her seferinde karşınıza bir bilmece, bir sürpriz, çözmeniz gerekecek bir düğüm ve sinema salonundan çıkarken birlikte götüreceğiniz bir soru çıkarıyor. Sonuncuyu özellikle çok önemsiyorum, o bir buçuk saatin peşinize takılacak bir sorusunun olması benim için iyi film ölçülerinden biri.
Sağolsun François Ozon da bu anlamda hayli cömert. Tutmuş, yedi yaşında başlayıp bir tanesinin gencecik yaşta hastalanıp ölmesine kadar bir an kopmadan devam eden bir kız arkadaşlığından yola çıkıp bütün erkeklik, kadınlık meselelerini, cinsiyeti belirleyen kodları, dostluk ile tutku arasındaki ince çizgileri kurcalayıp durmuş. Eşsiz İngiliz gizem yazarı Ruth Rendell’dan serbest bir uyarlama olan filmin adı; ‘Yeni Kız Arkadaşım’. “Sarah amansız bir hastalığa yakalanınca kocası David ile yeni doğan bebeğini en yakın kız arkadaşı Claire’e emanet eder” cümlesinin düşündürdüğü hikayeyi anlatmıyor elbette.
Yani Claire gidip sevgili arkadaşının emanetini teselli ederken baştan çıkarmıyor. Aksine, bazen - hatta sık sık - aşktan çok da farkı olmayan kız arkadaşlığının karmaşıklığı, Claire ile David arasında da farklı bir sır paylaşımına, bir anlamda suç ortaklığına
“Bir topluluk bir diğer topluluğa destek vermelidir. Ben eşcinselim, eşcinsel haklarını savunurum, başka hiçbir şey beni ilgilendirmez” diyemezsin... Söylemesi kolay, uygulaması zor bir cümle. Hani lafa gelince hepimiz destekleriz de, hayatımızda ‘görünürde’ hiç yeri olmayan birilerinin hakları için mücadele etmek önceliğimiz olmaz pek. Olursa da, işte böyle ‘tarih yazarsınız’. 1984’te İngitere’de bir grup gey ve lezbiyen aktivistin yazdığı gibi...
Ulusal Maden İşçileri Sendikası, genel grev kararı almış. Ülke tarihinin en uzun süren grevi... Muhafazakâr Thatcher hükümetinin demir yumruğu, polisi ve basınıyla birlikte tüm gücüyle madencilerin tepesinde. Londralı bir grup gey ve lezbiyen aktivist, tam da Eşcinsel Onur Yürüyüşü sırasında daha az polisin kendileriyle uğraştığını fark ediyor. “Ne oldu, insafa mı geldiler, yumuşadılar mı?” diye şakalaşırken görüyorlar ki, polisin o sırada daha ‘mühim’ bir meselesi var: Maden işçilerini sindirmek.
Ön yargı duvarlarına rağmen
Aynı düşmana karşı savaşmakta olduklarını anlamak, bir ışık yakıyor kafalarında; madencilerin yanında saf tutmaya karar veriyorlar. Aralarında “Bize ne madencilerden?” diyen çıkıyor bir dolu, ama sağlam bir
“Biraz toprak, biraz toz, biraz et ve biraz kan:
İşte karşınızda mutsuz insan!”
“Sen Woyzeck, sadece ve sadece iyi bir insansın. Ama erdem yok sende!”
Nasıl ezeli ve ebedi bir mesele... İnsan nedir aslında? Erdem, ahlak ve namus kıskaçlarına sıkıştırılmış insan nedir? Hangisi ‘insan’ yapar bizi, hangisi ‘iyi insan’?
Bu konular üzerine oynatılmış kalemlerin haddi hesabı yok ya, en sağlamlarından biri de, Georg Büchner’in 1800’lerde yazdığı, ölümüyle yarım kalan metni... Bir kıskançlık sonucu sevdiği kadını öldüren Woyzeck’in gerçek hikayesi üzerine dillendirilen bir halk söylencesine dayanıyor aslında. Savaştan dönen Woyzeck, sevgilisini bıraktığı gibi bulamıyor. Bir de çocuğu var üstelik ve kocası yok.
Woyzeck seviyor ama kadını, belki bir yol bulacak, belki affedip unutacak ama o çok bilen ‘toplum’ izin vermiyor buna. “Bir dakika, erkek misin, değil misin?”ler giriyor devreye. “Bir piçin babası olmayı içine sindiriyorsan nerede kaldı senin erdemin?”
Erdem böyle bir şeydir ya çünkü; bakanın durduğu yere göre şekil değiştirir. Toplumun pek mühim ‘değer yargılarına’ sığabilmek için cinayeti bile içine sindirir. Namusunu temizlemiş, bu yüzden ‘erdemli’ bir katil
‘İstanbul Film Festivali’ bende bir tür çocukluğa dönüş duygusu uyandırır her sene... İKSV’nin bütün festivallerinin insanın ruhunu coşturan bir tarafı var tabii ama, ‘Film Festivali’nin başka... Bir kere annemin, babamın, ablamın takip ettiği bir etkinlik olduğu için ben de onun içine doğdum, bir de liseyi Beyoğlu’nda okuyunca tam göbeğinde büyüdüm.
Şu an dünyanın tüm ülkelerinden filmler parmağımızın ucunda ya, bir zamanlar hayaldi, ‘Bergman’ filmini festivalde kaçırdıysan bir daha izlemek. Pasolini toplu gösteriminde Emek Sineması’nın sokağının başı bilet arayanlar tarafından kesilmişti, hiç unutmam.
Filmin ortasında da epey çıkan olmuştu sonra... Tutkulu, aceleci, tahammülsüz festival izleyicisi...
Geldiğimiz noktada, ne Emek Sineması var, ne Bap Kafeterya, ne filme girmeden önce tost, portakal suyu aldığımız han, ne aradaki profiterol keyfimiz İnci, ne film aralarında kahve içtiğimiz Caffinet... O güzel bahar günlerinden bir ‘Film Festivali’ kaldı... İstanbul’un baharına erguvanlar kadar yakışan festival...
Dolayısıyla yarın, dışarıda güneş pırıl pırıl parlarken sinema salonlarına kapanma vakti.
Neler görmeyi düşündüğüme gelince...
Ülke ve dünya koşulları beni
Genç bir kadın, Lucy... Güzel, başarılı, ünlü ve bağımlı... Hani dışarıdan bakınca “Daha ne istiyor? Belasını mı?” dedirtecek türden bir hayatı var. Dışı eli, içi kendini yakan türden. O da kendi cehennemini evinde, en yakınında, ailesinde taşıyor. Annesiyle kurduğu sevgi - nefret ilişkisinde, zamanında kesemediği göbek bağında.
Craft Tiyatro’nun ‘Kalp Düğümü’, yeni bir oyun değil artık, geçen seneden beri devam ediyor. Ama Melisa Sözen sahneye ilk kez çıktı bu oyunla. Türkiye Eleştirmenler Birliği’nin En İyi Kadın Oyuncu ödülünün sahibi oldu geçen hafta. Büyük olasılıkla bu yılki son ödülü de olmayacak. Ve o derece zor bir rol, o kadar da hak edilmiş bir ödül ki, görmemiş olanlar sezonun son oyunlarından faydalansın istedim.
‘Kalp Düğümü’, adını çözülmesi çok zor bir makrome modelinden alıyor. Hani ne içinden çıkabiliriz, ne kesip atabiliriz ya o türden bir düğüm. Ne var ki, kalp şeklinde... Gücünü ‘sevgi’den alıyor o yüzden bazen ömür boyu taşıyoruz yaralarını, bazen de can havliyle atıveriyoruz kendimizi o düğümün dışına. Yaralarımızı kanatma, kendimizi sıfırlama, her şeye yeniden başlama pahasına... ‘Lucy’nin yapmaya çalıştığı gibi.
Çağ Çalışkur’un sahneye
Dizilerde çok büyük tıbbi bilgiler beklemiyoruz, tamam! Aslında niye beklemiyoruz, o da ayrı. Yapan yapıyor pekala, bir danışmana bakar. Ama hadi beklentilerimizi düşük tutalım, iyi niyetli olalım, mucizelere inanalım... ‘Gönül İşleri’nde bir anda kalbi durup rahmetli olan babanın on dakika sonra diriltilmesine ve hiçbir araz taşımadan yürüye yürüye hastaneden çıkıp gitmesine ikna olalım. Neticede bir zararı yok kimseye.
Ama iki haftadır devam eden mucize ilaç muhabbetini ne yapacağız? Hani Yılmaz abisi fazla gergin diye Nuri gitti eczaneden bir şurup aldı geldi. Hangi içeceğin içine üç beş damla damlatsan içen iki dakika içinde pamuk şekere dönüyor. ‘Ohh hayat ne güzel’ diye derin nefesler çekiyor ciğerine, hiçbir şeyi dert etmez oluyor, ne öfkesi kalıyor kimseye, ne gamı kederi... Hayat ona güzel o an itibariyla.
Bunun ne zararı var derseniz, hali hazırda böyle bir mucize ilaç olmadığından, insanlar da ben dahil böyle bir ruh haline özeneceğinden, bulana kadar deneme yoluna gidebilirler. Bu da tahmin edileceği gibi tehlikeli sonuçlara yol açabilir. Ekranda rakı kadehi göstermekten daha tehlikeli sonuçlara...
Entrika seviliyor
Bir diğer ilaç muhabbeti de
Yalnızlığımızdan ne kadar memnun olursak olalım, onu biriyle paylaşmak, sevmek, sevilmek hepimizin derdi... Hayatımızda bir sevgili yoksa sanki her şeyde bir eksiklik var ve attığımız her adıma bir gün ‘tamamlanma’ hayali eşlik ediyor. Tabii ki çevremiz de yardımcı oluyor bu hayale... Belli bir yaşa gelmişsen “Yok mu bir şey?” soruları hayatın vazgeçilmezi. Akla ziyan ‘koca bulma’ taktiklerini ise saymıyorum bile, hepimiz biliyoruz onları. Şebnem Burcuoğlu’nun ‘Kocan Kadar Konuş’ romanı tam da bu yüzden hepimize tanıdık ve fevkalade komik gelmişti. Otuzlarına gelmiş, herkes patır patır evlenirken kendine kitaplarla kurduğu dünyada mutlu ama tabii ki aşık da olmak isteyen ‘Efsun’un hikayesiydi anlattığı. Anne, anneanne, iki kız kardeş ve muhtelif teyzelerden oluşan ‘kadın yoğun’ bir ailenin kara kuzusuydu ‘Efsun’. At nalı kadar tektaş yüzükten değil, Sabahattin Ali romanlarından etkileniyordu. Ve aslında aradığı, koca değil bunu paylaşabileceği biriydi.
Film daha duygusal olmuş
Ama sülale kadınlarının telaşı sonunda onu da sarınca, başlıyordu üzerine uymayan bu taktikleri denemeye.
‘Kocan Kadar Konuş’ BKM tarafından sinemaya aktarıldı, yönetmen Kıvanç Baruönü. Film,
Hümeyra bu yıl hem Uçan Süpürge’den hem Roma Türk Filmleri Festivali’nden onur ödülü aldı. Bununla gurur duyuyor, evet. Ama onun gönlü şu ara resim yaparak geçireceği daha yalnız bir hayatta
Yirmi iki yaşında, yolda yürüyemeyecek kadar ünlü bir Hümeyra... Âşık Veysel’in “Güzelliğin On Para Etmez”iyle aniden gelen bir şöhret... Kahvaltı sofrasında, suratı asık. Sebep? “Neden incir reçeli yok?” Ve hayatının dersini alıyor sinirlenince ona “siz” diyen annesi Malike Hanım’dan. “Siz kim olduğunuzu sanıyorsunuz Hümeyra Hanım?”lı o konuşma, yolun başında kendine getiriyor onu. Sonra ne kendini o kadar önemsiyor
ne on parmağından saçılan yirmi marifeti...
Sahiden yirmi marifet ama... Ankara Hukuk Fakültesi’nin Sorbonne mezunu dekanı Muvaffak Akbay ile Mısır’da okumuş, dört dil bilen Malike Hanım’ın tek çocuğu, 15 Ekim 1947 Ankara doğumlu Hümeyra’nın hayatı, Avusturyalı mürebbiyelerle, bale dersleriyle büyürken babasının ani kaybıyla ters yüz olan bir “peri masalı”.
Londra’da dayısının yanında geçirdiği lise yıllarında açığa çıktı içindeki “müzik”. Trafalgar Meydanı’nda gitar çalıp kendi şarkılarını söylüyor, bir yandan grafik eğitimi alıyordu ki hayatın gerçekleri bir kez