Hayatta ettiği bir laf, bu kadar çok başına kakılan çok az insan olmuştur herhalde. Hafıza özürümüz bir Teoman’ın müziği bırakması konusunda işlemiyor. Her şarkı yapışında, her konserinde ve şimdi de albümünü çıkarmışken, hemen hesap soruyoruz: ‘Hani bırakmıştı müziği?’
Hayır kendiniz hiç mi dönmediniz verdiğiniz sözden bugüne kadar, hiç mi “Bir daha asla” dediğiniz şeyi yapmadınız, her adımınızı bir tutarlılıklar abidesi olarak mı yaşıyorsunuz bilmiyorum ki...
2011’de ‘Aşk ve Gurur’ albümünü yapmış ve kendi kendisini işten kovduğunu açıklamıştı, şimdi de Avrupa Müzik etiketli ‘Eski Bir Rüya Uğruna’ albümünü çıkarttı.
10 şarkı var albümde. Çoğunun sözü ve müziği Teoman’a ait... Bir şarkıda Rüzgar Pehlivan, ikisinde Balas Erinç imzası, Nejat İşler’in ‘Kronometre’ şiirinden Cengiz Erdem tarafından bestelenmiş ‘Kum Saati’ adlı bir şarkı ve düzenlemelerde ne mutlu ki Alper Erinç...
Hem tanıdık hem de yepyeni
“İnsanlardan kaçan, zor sorular soran, yaşamak için bir neden arayan” bir adamın sözleri gene; ‘N’apim Tabiatım Böyle’ şarkısında söylediği gibi...
İŞTİSAN (İstanbul Şehir Tiyatrosu Sanatçıları Derneği) Twitter’dan bir açıklama yaptı hafta sonu. Açıkçası çok anlayamadım önce. “Bir takım yayın organlarında Şehir Tiyatrosu’nu ve sanatçıları hedef alan, akıl dışı, insanlıktan uzak, cinsel ayrımcılığa kadar varan ifadelerle yazılar yayınlanmaktadır” diyordu. İçine çekilmeye çalışıldıkları bu mesnetsiz tartışmaların içinde bulunmayacaklarını, ilkeli bir şekilde işlerini yapmaya devam edeceklerini söylüyorlardı neticede.
“Konu ne acaba?” diye biraz bakındım, çünkü belli ki yazıların sahibi ve yayın organı burdan arzu ettiği primi sağlayamasın diye gizli tutulmuş. Ama insanın aklına da durup durup sanat ortamının ortasına yersiz polemik düşürmeye meraklı tek bir yayın organı geliyor tabii.
Sahneleri ‘Gezi’ciler basmış
Orada kimi yazarlar var, tiyatrodan içeri adım attıkları görülmüyor. Sonra birden bir yerden vahiy mi geliyor ne oluyor, “Bu sahneler bu ahlak düşkünlerine mi teslim edilecek? Bu gidişe kimse dur demeyecek mi?” diye feryat ediyorlar. Ardından da artık bir sansür haberi mi, bir görev değişikliği mi, bir yönetmelik krizi mi, artık o sırada amaçlanan neyse o geliveriyor.
Misal o yazarlarından birinin şu anki
Zuhal Olcay altı yıl aradan sonra “Başucu Şarkıları 3” albümünü çıkardı.Bu, müzikseverler adına sevindirici bir haber ama onun gibi bir oyuncunun sinema ve tiyatrodan bu kadar yıl uzak kalması büyük kayıp bir yandan da...
Çıkalı tam 25 sene olmuş ama “Küçük Bir Öykü Bu”, hâlâ popüler müziğimizin en özel albümlerinden biri ve hâlâ gerçek anlamda “başucumuzda” duruyor. Bir aşk ilişkisinin tüm evrelerini anlatan bir albümdür o... Heyecanlı başlangıçların, giderek sıradanlaşmaların ve nihayet kopuşların Mehmet Teoman’ın sözleri, Vedat Sakman’ın besteleri ve Zuhal Olcay’ın büyülü sesiyle dile geldiği bir albüm... “Allah Allah, şahane bir oyuncu ama şarkı da mı söylüyormuş?” da dedirten tabii... Evet, söylüyordu... Hem de kendisini bildi bileli...
Bu yüzden de Mehmet Teoman elinde bir dosyayla gelip onu “Evita” müzikalinin setinde bulduğunda bir an bile tereddüt etmemişti. Henüz bestelenmemiş sözler vardı dosyada. İstiyordu ki bu şarkıları bir oyuncu söylesin. Çünkü bir hikaye anlatabilmek, bir duygu geçirebilmek gerekiyordu. Zuhal Olcay için biçilmiş kaftandı yani. Üstelik hayatta hiçbir şeye hayıflanmak istemeyen gözü kara bir kadındı, hemen sıvadılar kolları. Ve ülkenin en
Çok önemsermiş doğum günlerini... Martın 9’u için ocaktan başlarmış hazırlıklar... Bu kez oğlu, gelini, dostları, 94 yıllık ömrünün tanıkları kutladı onun yokluğunda. Ben de en sevdiğim şarkıların altında hep Fikret Şeneş imzasını göre göre büyümüş bir kadın olarak katıldım Park Şamdan’daki o geceye. Kadını daha iyi anlatan bir söz yazarı bence yok, Türk popunda... Belki yazmaya 40’ında başladığından, belki sevdiği adama kavuşamadığından, onun şarkılarında başka bir olgunluk var. “Dilerim ki mutlu ol sevgilim, ben olmasam bile hayat gülsün sana” der gibi işte...
Celal ve Şebnem Çapa, gecenin ev sahipleriydi, Fikret Şeneş’in ‘manevi oğlum’ dediği Hakan Eren, baş mimarlarından. Barkovizyonda fotoğraflarıyla Fikret Şeneş, sahnede onun şarkılarını söyleyen Jale vardı. Sonra Şeneş’in çocuklarının babası Bedi Çapa’nın sonraki eşi Gönül Yazar çıktı sahneye.
“Kocasıyla evlendim ama çok yakındık biz” dedi, “Belki bu gece bana buradan bir koca çıkar”a bağladı...
Ajda Pekkan yoktu
Kimler geldi kimler geçti sahneden... ‘Kara Sevda’yı müthiş söyleyen Semiha Yankı, delikanlılık sesini aynen koruyan Ersan Erdura, ‘Fikret Teyze’sine ‘Arkadaş’la selam yollayan Melike Demirağ, ‘Kimler
“Siz bir yerde gölgesiz yaşamayı bilir misiniz? Gölgenizin olmadığını fark ederseniz çok korkar mısınız? Ben böyle yaşıyorum. Aslında bildiğim hiçbir şey yok! Nerede doğduğumu bilmiyorum, boşlukta gibiyim... Zaman zaman ölmeyi deniyorum, olmuyor. Ölüm bile bana yabancı bir dilde. Hiçbir cümle beni anlatmıyor!”
‘Anadil’, hani doğduğumuzda anamızdan duyduğumuz ninninin dili, ilk öğrendiğimiz sözcüğün dili... Birilerinin dünyaya gözünü açtığı anda sahip olduğu bir hakken, başka birilerinin kullanmak için mücadele etmesi gereken şey... Sevindiğimizde kahkahamızın, içimiz yandığında gözyaşımızın dili...
Başka dilleri ne kadar sular seller gibi öğrensen de, yaşadığın yere kök salıp yerleşsen de, “Duyduğun ilk sözcük yoksa yanında, öksüz gibi kalırsın” diyor Hediya. Bir ‘çenadengizi’ o. Kaybettiği umuduna doğru giderken dilini kaybetmiş bir ‘denizkızı’. Cümlesi kayıp artık, bu dünya onu anlamıyor. Zaman zaman Zazaca notlar yazıp bırakıyor şehrin çeşitli köşelerine. Sırf bir gün dilinden anlayan birinin eline geçerse, ‘onun için bildiği en saf dilde dua etsin’ diye.
Akşamlardan bir akşam, yolu ‘Eli’yle kesişecek. Denizsiz memleketten gelmiş, anasından “Önce hayal edebildiğin
Çelik soyunup kontrbasın arkasına geçtiği fotoğraflarıyla bu hafta sosyal medyayı salladı. Bir kez daha anladık ki devir değişse de Çelik’in kendinden bahsettirme yöntemleri sabit kalıyor
Şarkıları sözlerini sorgulamadan sevdiğimiz bir dönemin şarkıcısı Çelik. Pop müzik “patlamış”, ortalığa bugün hâlâ barların en hoplaya zıplaya dinlenen şarkıları saçılmış. İzel-Çelik-Ercan dağılmış, Çelik Erişçi üzerinde meşhur renkli kazağı (ileride iPhone kazağı olarak anılacak unutulmaz bir kült obje), başında bandanası ile “Ateşlerde”. “Gitme, gelme, yapma, etme derken / Bir sıkımlık aşkımız da bitti / Gönlüm şimdi yeni bir kızda” diyor, “Dum ka ka” diye de devam ediyor: “Hayır mı şer mi bilmiyor ama, ateşte”.
“Popçu Çelik”in tek başına doğuşuydu bu. Ama onun “popçu” sıfatıyla derdi vardı ve sık sık altını çizdiği “akademik kariyerinden” ötürü “başka bir yerde” görüyordu kendisini. O “yeri” korumak için de her yol mübahtı.
“İstediğim zaman istediğim rolü yaparım”
12 mayıs 1966’da İstanbul Silahtar’da bir işçi ailesinin çocuğu olarak dünyaya geldi Çelik Erişçi. İsmi, babasının çalıştığı Arçelik fabrikasından geliyordu. Pendik Lisesi’ni ite kaka bitirdikten sonra gizli gizli
Galiba ben başka bir film izledim. İlksen Başarır’ın son filmi ‘Bir Varmış Bir Yokmuş’un gala gecesiyle ilgili haberlerde hep aynı başlık yer aldığına göre... “Sanki Grinin Elli Tonu’na geldik” demiş davetliler. Filmde sevişme sahneleri öne çıkıyormuş.
Hakikaten şaşırtıcı. Sanıyorum ekranlarda her şeyi buzlar arkasında görmekten ve tavan yapan sansürden ‘öne çıkan sevişme sahnesi’ nedir, onu unuttuk.
Çünkü Başarır’ın senaryosunu Mert Fırat’la birlikte yazdığı filmde günümüz ilişkilerine dair öne çıkan pek çok ‘gerçek’ var ve sevişme kesinlikle bunlardan biri değil.
‘Ozan’la ‘Nehir’in öyküsü
Bilmediğimiz bir sebepten ilişki özürlü hale gelmiş rock şarkıcısı bir adam var; ‘Ozan’ (Mert Fırat). Aslında sonunda anlıyoruz ki, hiç değilse geçerli bir sebebi olduğundan hoş görülebilir.
Ortalıkta
Anne babası tiyatro sahnesinin başarılı oyuncuları... Kulislerde büyüyor; onu kucaktan indirmeyen ablalarının, abilerinin elinde, ışıkların, yaldızların, şatafatın içinde...
Ama hepsi bir yana, kral babası bir yana... Babası bu, sever de döver de... Hatta en çok da sevdiğinden döver. Annesini de döver, o dayanamayıp gittikten sonra hayatına giren Ayşe ablasını da, tabii ki ‘küçük prenses’i Deniz’i de. Hep sevgisinden, büyüyünce anası gibi ‘o.pu’ olmasın diye... Hem hepsi ‘oyun’, annesinin dediği gibi... Öyle olmasa sonra kendi açtığı yaraları kendi sarmaya çalışır mıydı babası?
Üç yıl önce ‘Zenne’yle parlak bir çıkış yapan Caner Alper ve Mehmet Binay’ın yeni filmi ‘Çekmeceler’, bu sefer dehşet verici ve aslında bir o kadar da ‘sıradan’ bir aile hikayesi anlatıyor.
Çünkü evet, dört beş yaşındaki kızını ayrı kaldığı annesinin battaniyesinin altına girip mastürbasyon yapıyor mu diye anahtar deliğinden gözetleyen, yakalarsa eline makası alıp kesmekle tehdit eden, koca kız olduğunda hâlâ ıslak mı diye don kontrolü yapan bir baba, pek ortalıkta anlatılası bir hikaye olmadığından, birilerine ‘fantastik bir figür’ gibi gelebilir. Ya da bütün bunlar olurken kızını alıp olay