Şevval Sam her işi belli bir özenle yapan bir kişi. Müzikte kendisini belli bir türe hapsetmek yerine her telden, her dilden söylemeyi tercih ediyor. Hepsini samimiyetle yapıyor. Bir de gönlünün sesine kulak vererek.
Öyle olmasa tam herkes ondan ‘Gülbeyaz’ dizisinin üstüne bir Karadeniz albümü patlatmasını beklerken gidip Türk sanat müziğiyle çıkmazdı yola. Üstelik o albüm öncesi ona ‘el verenler’ arasında “Usul, tavır mükemmel Şevval’de” diyen Müzeyyen Senar da vardı. Neyse, sonuç olarak tango da söyledi, arabesk de. Şimdi de türkü söylüyor. Aslında yıllardır konserlerinde türkü söylerdi, sırf türkülerden oluşan ‘Toprak Kokusu’ konserleri de vardı. Şimdi de aynı adlı bir albümü çıktı, Kalan Müzik’ten. Çerkesce, Çeçence, Kürtçe, Zazaca, Ermenice. Azerice parçalar söylüyor.
Üstelik müthiş ‘ustalar’ın desteğiyle. ‘Tanımadığım Ten’de, bestecisi Ahmet Aslan’ın sesi ve gitarı var örneğin. Mahsuni Şerif’in ‘Yuh Yuh’unu Ari Hergel ve Cansun Küçüktürk’le müthiş bir şekilde düzenleyen Vedat Yıldırım, İsmail Hakkı Demircioğlu’yla vokal de yapmış. Beni en çok etkileyenlerden biri İlknur Yakupoğlu’nun ‘Ben Denizde Bir Gemi’si oldu. Şevval Sam’ın sesine bu sakinlik yakışıyor.
Tek tek saymak
Çok çok basit bir soru: Savaşa karşı mısınız? Sanki cevabı da çok basitmiş gibi geliyor, ilk bakışta. Kim ister ki savaşı, değil mi? Peki kayıtsız şartsız, ‘ama’sız, koşulsuz olarak karşı olmaksa söz konusu olan?
O zaman bir duruyoruz, değil mi? Kendimizce ‘kutsal’ bir şeyler adına; tek tek saymıyorum, herkesin kutsalı kendine, o zaman
işler değişebilir belki... Belki ‘haklı’ savaş vardır, öyle mi?
İnsanlık tarihi herkesin ‘kendince’ haklı olduğu bir savaşlar tarihi değil mi, zaten? Birilerinin kahramanlık destanı bir başkasının felaketi... Peki sonuç? Sonuç her zaman her iki taraf için de kayıp, yıkım, ölüm değil mi?
Bu konuda sonsuza dek ahkam kesmek, çok doğru cümleler kurmak mümkün.
Ama bazen binlerce, çok büyük ve haklı cümlenin yapamadığını üç tane nota yapabilir ya, elimizde tam da öyle bir albüm var: ‘Savaş Kadınları’
En çok metroya binerken ve inerken düşünüyorum, kabalığımızın geldiği noktayı. Eğer atak olup önüne geçmeye çalışan kişiyi itmez, ondan önce davranıp ayağına basmaz, dirseğinle kenara savurmazsan mümkün değil, binebilmen. Geçen gün orta yaşlı, kibar bir kadın bindi yüksekçe bir sesle söylenerek. Bir delikanlı, onlar beklerken sağdan usta bir manevrayla önlerine geçip binivermiş. Kadın da kibarlığını asla bozmadan söyleniyor, “Biz hepimiz bekliyoruz, niye öne geçiyorsunuz” diye...
Genç adam eliyle oturacak yer gösteriyor, “Aha orda yer var ne dır dır ediyorsun” gibisinden. “Önemli olan oturmak değil ki, saygı” diyor kadın. Tamamen yabancı dilden konuşmaya başlıyor yani: ‘Saygı’... Devrelerin yandığı, genç arkadaşın arızaya geçtiği an. Bir nefes alıp püskürüyor: “Saygıyı senden mi öğrenecem lan!”
Tanıdınız herhalde bu cümle kalıbını... Artık yediden yetmişe, tepeden tırnağa her yerde. Sıkıştığımız anda yapıştırıyoruz... Karşımızdaki bizden büyükmüş, kibar kibar bir dert anlatıyormuş, önemli değil! Ondan mı öğrenecez lan?
Nezaket fena halde ‘out’. Artık kabalık zamanı. Bir dolu başka faktör kadar, herkesin birbirine ‘eleştiri’ kisvesi altında hakaret ettiği yarışma programlarının da
Önce bütün yazının özeti olan cümle: Çok şükür yıllar sonra yine Nilüfer’den yeni şarkılar dinlemek kısmet oldu. Çok üzücü bir şey çünkü, şahane bir yorumcu, müthiş bir ses de olsan, 40 küsür yıldır bu millete şarkı söylüyor da olsan, lafı uzatmayayım, tek kelimeyle Nilüfer de olsan, söyleyecek iyi şarkılara, iletecek sağlam sözlere ihtiyacın var.
Ne kadar üzücü ki, Kayahan bir küslük uğruna hem kendi duygularını müthiş bir ‘tercüman’dan, hem bizi kim bilir hangi unutulmaz şarkılardan mahrum bırakmış oldu... Nilüfer röportajlarında (Hürriyet’te bu hafta sonu okudunuz, Milliyet Sanat dergisinde de Yavuz Hakan Tok’un kapsamlı bir söyleşisini göreceksiniz) büyük bir içtenlikle anlatıyor, Kayahan’ın ardından döktüğü gözyaşlarını. Gene de bir teselli tabii, iki eski dostun dargın ayrılmamış, son kez sahneyi paylaşmış olmaları. Dinleyici için bir diğer teselli de, Nilüfer’in bütün yüreğini koyarak yepyeni 13 şarkı söylediği albümü ‘Kendi Cennetim’in (DMC) çıkmış olması...
Sürprizlerle dolu
Harikalar diyarında bir gezinti gibi, albümü keşfetmek... Çok farklı sesler, çok farklı duygular Nilüfer’in sesinde birleşmiş. Belli ki çok emek vermiş, bir sürü şeyle bizzat kendisi uğraşmış. Müthiş
Bu acımasızlık, bu gaddarlık sahiden çok can sıkıcı. Sen dünyanın en güzel kadınlarından, en ünlü aktrislerinden, sinemanın son ‘star’larından biri olacaksın, günün birinde ‘yeterince uzun yaşama şansına sahip’ her insanoğlu gibi yaşlanacaksın ve sırf bu doğal süreç yüzünden milletin dalga konusu olacaksın.
Cannes Festivali bu sene filmleri ve ödülleri kadar - neredeyse daha fazla - Catherine Deneuve’ün kırmızı halıdaki görünüşüyle konuşuldu. Pardon bir de Sophie Marceau’nun açılan eteğinden görünen donu var tabii... Ki o da sürekli yaşıyla beraber konu ediliyor. “48 yaşında ve hâlâ bacakları var” ve “Artık bize bir tarafını göstermese mi ki?” gibi ‘zekice’ yorumlar eşliğinde. İnsanlar gençlik sevdasından delirmiş olabilirler mi? Kadın hâlâ dünya güzeli, daha ne olacak anlamadım...
‘Şüpheli koli’ Deneuve
Kısa süre önce uğradığı saldırının korkunçluğu ve bundan duyduğumuz dehşet, üzüntü baki kalmak üzere soruyorum: Charlie Hebdo’nun Cannes kapağında kırmızı halıda bir ‘şüpheli koli’ olarak resmedilmiş Catherine Deneuve. “Yanlış alarm, Catherine Deneuve” diye düzeltiliyor anons. Peki, 72 yaşındaki Deneuve’ün eski siluetini koruyamaması komik mi? Bir mizah malzemesi olarak zekice mi?
Sona eren “Şeref Meselesi” dizisiyle karizmasının doruğundayken ekrana şimdilik veda eden Kerem Bürsin yakında Amerika yolcusu. Yılgınlığa düşüp terk ettiği bu memlekete pazarlık gücü artmış bir oyuncu olarak dönüyor
Geçen yılın bahar ayları... Burcu Esmersoy’un programında sorulan her soruyla, edilen her cümleyle kızarıp bozaran bir delikanlı... Kerem Bürsin... Utanıyor mu, onu da tam ifade edemiyor, kırık dökük Türkçesiyle. Tek gördüğümüz utangaç utangaç güldüğü. Hele hele vücuduyla ilgili aldığı iltifatlar karşısında... Zaten Burcu Esmersoy ortak arkadaşları olan birinden almış tüyoyu; “Baklava konusunu açmayın” demişler. Açtığın zaman o iyice kapanıyor.
“Beyaz Show”da da bir benzeri gelmişti başına; karın kaslarını göstermesini isteyen, en son seyircilere “Aç aç” diye tezahürat yaptıran Beyazıt Öztürk’e “Doğru olmaz” gibi ciddi ve net bir cevap vererek konuyu noktalamıştı.
Çünkü kendisinin, sevdiği için yaptığı sporun doğal bir sonucu olarak elde ettiği karın kaslarından daha fazla bir şey olmak gibi bir derdi var; iyi bir oyuncu mesela... Bu yolda da ekranlarımızda şımarık zengin çocuğu olarak ilk kez arzı endam ettiği “Güneşi Beklerken” dizisinden bu yana az zamanda
Ne çok ‘ilhama’ ihtiyacı var insanların... TEDx İstanbul konuşmalarını izlerken bunu düşünüyorum. Bir 19 Mayıs, tatil, dışarıda pırıl pırıl güneş, hasret kalınmış bir bahar günü ve insanlar bir anlam ihtiyacıyla, Volkswagen Arena’yı doldurmuş vaziyetteler... Belki ‘Doğa İçin Çal’ projesinin temsilcisi kurduğu bir cümleyle bir ışık yakacak kafalarda... Belki de ‘Modern Evliya Çelebi’ Saffet Emre Tonguç... Belki bir dinleyen, çarenin bir parçası olduğu doğayla barışmak olduğunu fark edecek... Bir diğeri yollara düşmenin vaktinin geldiğini...
Üçüncü oturumundayız, ‘Yeniden Keşfet’ temalı TEDx İstanbul’un. Bu oturumun alt başlığı ‘Harekete Geç!’. Belki bu konuşmacılardan biri muhtaç olduğumuz cümleyi kuracak ve biz üzerimizdeki ölü toprağını atacağız, belli mi olur... Küçümsüyor değilim, biliyorum ki bazen bir cümle yeter insanı harekete geçirmeye...
Sevil Atasoy’un hikayeleri
Örneğin Sevil Atasoy’un, belki kendisinden bir cinayetin nasıl çözüldüğünü anlatması beklenirken 18 dakikasını LGBTİ haklarına ayırması, dinleyen bir kişinin içindeki vicdan, adalet, sağduyuyu harekete geçirebilir. Çok etkili bir anısıyla başlıyor söze, Prof. Dr. Atasoy...
“İlk defa
Genç bir erkek olsanız, anneniz abinizle sizi tek başına büyütse, şimdi 69 yaşında ve yalnız olsa ne düşünürsünüz?
Onun yalnızlığını dert edinir misiniz? Yoksa zaten normali bu mudur? Yani anne dediğin hayatını çocuklarına adamış varlıktır, hele hele 70’ine geldiyse artık bize düşen de onun ‘sonbaharında’ rahat etmesini sağlamak mıdır?
Aşk mı dediniz? Daha neler! Biliyorsunuz “40’ından sonra...” ile ilgili değerli atasözlerimiz var... Gerçi onlar da erkekler için değil mi? 70 yaşında bir kadın, hem de kutsal bir anne için ne aşkı? Hayır torun sevgisi neyine yetmiyor?
O şahane filmi izleyebildiniz mi bilmiyorum. İzleyemediyseniz hemen internetten bulun izleyin: ‘Looking for Adam’ adı; Alex ‘Adam’ı aramak’. Alex Lyngaas adında Norveçli bir sinemacı; sevmeyi, sevilmeyi hak eden bir kadın olduğuna inandığı annesinin yalnızlığına son vermek için bir film hazırlamış. Aslında önce sosyal medyada bir hesap açarak başlamış işe... Ama annesinin yaşadığı birkaç hayal kırıklığının ardından doğru yolun onun ne şahane bir kadın olduğunu, bildiği en iyi yolla anlatmak olduğuna karar vermiş. Ve bir yıl gizli gizli bu filmi hazırlamış, bir Anneler Günü hediyesi olarak.
Sen