Taksim Meydanı’nda bir piyano... Şehrin kalbinden melodiler ayaklandı, direnişçilere ve polislere ulaştı
Bitmişti sahiden... Sözler bitmişti, şakalar bitmişti, gülecek, söyleyecek halimiz kalmamıştı, önceki kâbus gibi geceden sonra. Vali Mutlu, “Gezi Parkı’na müdahale edilmeyecek” dedikçe tepemize gaz bombaları inmiş, park sabaha darmadağın girmişti... Akşam olmadan yaralarını sarıp, ayağa kalkacağını tahmin etmek mümkün değildi ama oldu. Valinin anne babalara “Kum havuzunda oynayan çocuklarınızı oradan alın” der gibi verdiği talimat, ancak ailelerin kendi kararlarını verebilecek yaş ve zekadaki oğullarına, kızlarına desteğini artırmıştı.
Güneş doğdu, güneş battı... Ve 24 saat önce savaş alanına dönen meydan, bir kez daha rüya gibi, yıldızlı bir geceye ‘uyandı’. Böyle bir şey bir daha kime, ne zaman nasip olur bilemiyorum, Taksim Meydanı’nın ortasında bir kuyruklu piyano gördük. İstanbul’un kalbinden melodiler kanatlandı, aynı anda hem direnişçilere, hem önceki gün onlara gaz sıkan polislere ulaştı. Onlar da AKM’nin önünde, Gümüşsuyu’nun girişinde kaldırımlara oturmuş dinliyorlardı çünkü. Ve kafalarında kaskları, ellerinde copları, gözlerinde öfkeleri olmadığında, sana,
Karşındakini dinlemeye ama öyle önyargılarının perdesi arkasından, yarım kulak değil, gerçekten ‘dinlemeye’ başlarsan; duyduğun şeyi, süzgecini kullanabileceğin bir yüreğin ve aklın da varsa, mutlaka bir şekilde anlıyorsun
Gezi Parkı’ndaki direnişin, orada bir süredir devam eden yeni hayatın bence en büyük faydalarından biri, insanların daha önce hiç karşılaşmadıkları başka düşüncelerle, başka yaşam biçimleriyle yakın temas içinde olması. Gözlemleyebildiğim kadarıyla bu, önce uzaktan tereddütle bakmak, sonra bir adım yaklaşıp daha yakından incelemek, sonra da yanlarına oturup onları daha yakından tanımaya çalışmak şeklinde tezahür ediyor. ‘Ötekileştirme’ belasından kurtulmanın yegane çözüm yolu da bu noktada devreye giriyor zaten. Karşındakini dinlemeye ama öyle önyargılarının perdesi arkasından, yarım kulak değil, gerçekten ‘dinlemeye’ başlıyorsun ve duyduğun şeyi, süzgecini kullanabileceğin bir yüreğin ve aklın da varsa mutlaka bir şekilde anlıyorsun.
Küçük ama önemli bir adım
Geçen gün bir arkadaşımdan dinlediğim hikaye mesela, bunun en güzel örneklerinden biri. Arkadaşım eşcinsel ve birkaç genç kadınla Gezi Parkı’nda LGBT örgütlerinin önünde sohbet ediyor bir
Gezi Parkı’ndan yurda yayılan direniş hareketini anlamak için çeşitli benzetmelere baş vuruluyor. En çok da 68 kuşağıyla 90 kuşağı kıyaslanıyor. 68 kuşağının önemli isimlerinden, BDP Mersin Milletvekili Ertuğrul Kürkçü’yle bunları konuşmak için Taksim Meydanı’nda buluştuk. Şunu söylemeliyim ki, Ertuğrul Kürkçü bu meydanın ‘yıldız’larından biri. Attığımız her adımda durdurulduk, teşekkür edenler, sarılıp öpenler, fotoğraf çektirenler, ana-babalarından selam getirenler... Sonra oturduk, “Bu apolitik denen çocuklar aslında kimmiş?”i konuşmaya başladık...
Gezi Parkı direnişiyle başlayan süreci Paris Komünü’ne benzeten var, “Türk Baharı” diyen var, “90’ların 68’i” diyen var. Siz nasıl tanımlıyorsunuz?
Bu son dönem büyük antikapitalist direnişler, antidiktatoryal direnişler bağlamında bakınca, hem IMF’i işgal, Wall Street’i işgal ya da İspanya’daki Öfkeliler hareketi, meydanları işgal ile aynı aileye hem de Tahrir’le aynı aileye sokabiliriz. Bunların kesiştiği kümede.
Bir yandan Ortadoğu’ya özgü bir diktatörlük dinamiklerine itiraz, öbür taraftan neoliberal hakimiyete karşı aşağıdan gelen bir kentsel özgürlük mücadelesi eş zamanlı olarak gidiyor.
Gezi Parkı’nda başka bir şeyler oluyor... Bugüne kadar bilmediğimiz, tanımadığımız bir saygı ve şefkat dili var orada. Kalıcı olması, bu dili öğrenmeye ne kadar yatkın olduğumuza bağlı... Bir kez yaşasanız vazgeçemeyeceksiniz
Sanatın, mizahın, yaratıcılığın bu tür dönemlerde daha çok yeşerdiği söylenirdi de, ben hiç kendi gözlerimle tanık olmamıştım. Gezi Parkı’ndan kıvılcımlanıp bütün yurda yayılan hareket, bize bu imkanı da sağladı. Yaratıcı sloganlar, graffitiler, şarkılar her köşede. Başka illerde çatışmalar sürerken, meydanda düzenlenecek büyük konser organizasyonlarından söz etmiyorum, halihazırda bir komün hayatının yaşandığı Gezi Parkı’nda her ağacın altı bir sanat alanı zaten. Gezi Atölye’de mesela, hangi konuda bilginiz, deneyiminiz varsa, onu isteyenlerle paylaşıyorsunuz. Yazar mısınız, yazı yazmayı; ressam mısınız, resim yapmayı öğretiyorsunuz.
Bir bakıyorsunuz, bir köşede Borusan Filarmoni Orkestrası, en yüksek ve candan katılımlı konserini veriyor, alkışlar içinde. Peki Boğaziçi Üniversitesi Müzik Kulübü Caz Korosu’nun direnişe uyarladıkları şarkıları dinlediniz mi? “Gaz maskesi ala benziyor, biber gazı bala benziyor” gibi sözleri olan, “Çapulcu musun vay
Hepsi birbiriyle gül gibi geçinip gidiyor. Bir tarafta başörtülü genç kızlarla LGBT örgütleri birlikte pankart yazıyor, bir ağızdan tezahürat yapıyorlar örneğin. “Öldürmeyeceğiz, ölmeyeceğiz, kimsenin askeri olmayacağız” diye bağırıyorlar
Yarın sabah neye uyanacağımızı tam olarak bilemediğimiz günler yaşıyoruz. Misal, ben perşembe günü cuma için yazımı yazdığımda, Gezi Parkı bir şenlik havasındaydı. Gece o vaziyette bıraktığımız yeri, iki saat sonra yangın yeri olarak bulduk. Barikatlar kurulmuş, ‘ağaç bekçileri’ biber gazıyla püskürtülüp çadırları ateşe verilerek kapı dışarı edilmişti. Ondan sonra çığ gibi büyüyen protestolarla geldik bu hafta sonuna. Biber gazının türlü çeşidinin ezberlendiği, ömründe herhangi bir protesto için adımını kapısının önüne atmamış insanların talcid’li su hazırlamayı, evde gaz maskesi yapmayı öğrendiği, çantalarına yarım limonlar atıp sokağa çıktığı günler geçirdik. Ve müthiş bir şekilde herkesin birbirine destek olduğu... Evlerinde tanımadıkları yabancıları ağırladıkları, tedavi ettikleri, normal hayatta yarım saat konuşacak olsalar birbirlerine girecek kadar karşıt görüşlerde oldukları halde birbirlerini kolladıkları günler, geceler gördük,
Türk popunun çok önemli şarkılarının yazarı ve DJ Mehmet Teoman, meslekte 40’ıncı yılını kutluyor. Tanju Okan’ın ünlü “Kadınım” şarkısının sözlerinin de sahibi olan Teoman eski şarkılarının tekrar tekrar düzenlenip söylenmesinden ise pek hoşlanmıyor: “Özel bir parça, çok fazla söylendiği zaman sihrini kaybediyor. Bir de herkes iyi söylemiyor. O zaman soğutuyorlar beni şarkımdan”
Mehmet Teoman 40’ıncı yılını kutluyor... O kadar çok alanda iş yapmış bir isim ki “Hangisinde 40 yıl?” diye sorabilir insan... Mesela yeni kuşak, DJ olarak tanıyor onu, söz yazarı olduğunu bilmiyor bazıları. Benim için, önce Nükhet Duru-Cenk Taşkan
-Mehmet Teoman şahane üçlüsünün yazar ayağı, Türk popunun altın şarkılarının yaratıcılarından biri sonra da son yıllarda merak sardığım DJ’lik işinin ‘baba’larından. Andon’da hangi aryanın peşine hangi pop şarkıyı bağlayacağı bilinmeyen programlarıyla tanımıştık onun bu yönünü. Yıllar içinde çoğunu kendi işlettiği efsane mekanlarda çaldı, şimdilerde cuma geceleri Taxim People’s’da. Şarkı sözü yazarı Mehmet Teoman ise şimdilerde arayışta... Nasıl birini aradığını, 40 yılın mihenk taşlarının üzerinden adım adım geçerken anlıyoruz...
40 yıl önce ne
Taksim Gezi Parkı’nda ‘ağaç nöbeti’ tutuluyor. Literatürümüze yeni eklenen bir tanım bu, gencecik insanlar, Taksim’in ciğerleri sökülmesin diye, oradaki ağaçlara kıyılmasın diye, gece gündüz ‘nöbet tutuyorlar’ bu parkta. Sizin için, bizim için, çocuklarımızın geleceği için
Sabah kalkıp çıktım evden, gökyüzü gri. Bizim burada bir süredir gökyüzünün rengi bu... Maviyi göremiyoruz pek. Hava puslu, geniz yakıyor, göz yaşartıyor. Biber gazı rengi...
Taksim Gezi Parkı’na ilerliyorum, endişeli adımlarla... Dün gece 2’de bayram yeri gibi bırakmışız parkı, rengarenk, pırıl pırıl gençler çadırlarını kurmuşlar, gitar çalıp şarkı söyleyenler var, kitap okuyanlar var uzanmış... Film gösteriliyor gece yarısı perdede... Nohut pilavcılar, çay, su, kahve satanlar, köfteciler... Toplanmanın sebebini bilmesen, bir şenliğin ortasında zannedeceksin kendini. Ama bu insanlar ağaç nöbeti tutuyor bu parkta. Literatürümüze yeni eklenen bir tanım bu, gencecik insanlar, Taksim’in ciğerleri sökülmesin diye, oradaki ağaçlara kıyılmasın diye, gece gündüz nöbet tutuyorlar bu parkta. Sizin için, bizim için, çocuklarımızın geleceği için... İki seferdir kendini iş makinelerinin önüne atıp yıkımı durduran
‘Muhteşem Yüzyıl’ın Hürrem’i Meryem Uzerli’nin gittiği tatilden dönmemek suretiyle diziyi 100’üncü bölümünde bırakması, görülüyor ki sektörün çarkına sokulmuş ‘muhteşem’ bir çomak olarak alkışlanmakta
“İşte dizilerin insanları getirdiği hal”, “Birisi çıktı bu köle düzenine dur dedi”... Basbayağı devrimci bir hareket olarak takdir görmekte, Meryem Uzerli’nin gidişi. Bir de olayı Avrupalı olmasına bağlayarak medeniyet göstergesi sayıp ikinci kez beğeniyoruz bu hareketi. Bizim ezik olduğumuz için yapamadığımız her şeyi yapabiliyor. Hem devrimci, hem Avrupalı... Daha ne olsun? Da, benim aklım bir işi sezon finaline üç bölüm kalmışken ortada bırakmanın neresi Avrupalı, onu pek almıyor. Dizi piyasasında insanların ağır koşullarda çalıştığını, 90 dakikalık dizilerin bütün ekipleri ‘tükenmişlik sendromuna’ sürüklediğini, hepsini kabul ediyorum elbette. Ve buna karşı yapılması gereken radikal çıkışlar olduğunu da...
Öte yandan, içinde çalışanlardan ‘Muhteşem Yüzyıl’ın bu piyasanın en düzenli ve insani koşullarda çalışan seti olduğunu da duyuyorum. Üç yönetmenle çalıştıkları ve stüdyoda çekim yaptıkları için öyle gecelerini gündüzlerine katarak çalışmadıklarını söylüyorlar. Hatta