49’uncu Altın Portakal Film Festivali’nin gözdelerindendi ‘Zerre’. Hatta birçok görenin favori filmiydi. Ben kaçırmıştım, ama bu yıl dert edindiğim bir konuda istisna olduğu için merakla bekliyordum: ‘Kadın filmi’ tanımını hiç kullanmak istemem de, içinde kadınların da olduğu bir hikaye anlattığı için. Çünkü daha önce de değinmiştim, bu yıl Altın Portakal neredeyse ödüllendirilecek kadın oyuncu performansı bulunamayacak haldeydi. ‘Zerre’ninse odağında bir kadın var: Büyükşehirde yaşam mücadelesi veren Zeynep... Hem de ne mücadele, Tarlabaşı’nda, neredeyse kapısı bacası olmayan bir evde, engelli kızı ve annesiyle yaşıyor, çalıştığı fabrikadan atılmış, kirayı bile ödeyemez durumda, eve ancak yakındaki bir lokantanın artık yemeklerini götürebiliyor. Ev sahibi desen sürekli tehditkâr bir şekilde kapıya dayanmakta ve Zeynep’in gerçekten güvenebileceği neredeyse kimsesi yok. Sonunda mecbur kalıyor, şehir dışındaki bir fabrikaya çalışmaya gitmeye... Hem de haftada 90 TL için... Ama tabii ki orada da belalar bırakmıyor peşini...
Erdem Tepegöz’ün ilk filmi ‘Zerre’. Ve anlatmak istediği hikayeyi izleyenin iliklerine kadar hissettiren bir dili var. Bunda birinci rol atmosferin,
Maçka G-Mall’un alt katındaki Popup Cafe’de düzenlenen salı yemekleri, ünlü Johnson&Wales Aşçılık Okulu’ndan mezun olan Barkın Gökhan’ın imzasını taşıyor. Biz son derece özel bir ekiple şahane yemekler yedik
Dot’un Maçka G-Mall’un alt katındaki kafeyi işletmeye başlaması epey hareket getirdi oraya. Oyun öncesi ve sonrası, -keşke sinema kapanmasaydı, film sonralarında da yapabiliyorduk bunu- bir fincan kahve, bir kadeh şarap içmek için ideal bir yer oldu. Yemekleri de güzel doğrusu, az çeşit var, ama lezzeti yerinde. Bir kafe için fazla yerinde hatta...
Geçen hafta Özlem Daltaban’dan gelen davet üzerine anladım ki, bunun arkasında enikonu becerikli bir şef var: Barkın Gökhan. Meğer kendisi Mehmet Gürs’ün de okuduğu ünlü Johnson&Wales Aşçılık Okulu’ndan mezunmuş ve gönlünde daha iddialı mönüler hazırlamak varmış. Özlem de Popup’ta salı günlerini ona ayırmaya karar vermiş.
Masa sohbetleri
Neticede “Barkın bizim için pişiriyor” başlıklı salı yemeklerinden ikincisinde, son derece özel bir ekiple şahane yemekler yedik. Özlem-Murat Daltaban çifti, masanın iki başında dönüşümlü oturup hepimizle ilgilendiler... Biz kimdik? Hakan Günday ve eşi Selen Özer Günday, Levent
Bille August’un Pascal Mercier’nin romanından uyarladığı film ‘Lizbon’a Gece Treni’ “Hayatımın o kritik anında o yolu değil de ötekini seçseydim, ne olurdu?” ve “Yaşadığım hayattan memnun muyum? Değilsem onu değiştirmek için çok mu geç?” gibi sorular bırakıyor insanda
‘32’nci İstanbul Film Festivali’nin ilk hafta sonu bitti, geriye ne kaldı derseniz, önce Emek protestosu derim. Emek Sineması’nın yokluğu film izlemeye orada başlamış birkaç kuşak için her zaman hissedilir bir eksiklik ama festival zamanı iyice ağırlaşıyor durum. Atlas Sineması’na doğru yürürken o şimdi kapkaranlık olan sokağa bakmaya içi el vermiyor insanın. Tekrar etmenin anlamı yok belki ama sinemanın kalbi orada atardı bir zamanlar nisan ayında. Onca insan gelip Emek’in kapılarını kırıp şimdi bir şantiye olan güzelim salonda “Emek bizim” diye bağırıyorsa, işsiz güçsüzlükten canları sıkılıp ne yapacaklarını bilemediklerinden, kendilerine bir eğlence aradıklarından değil. Bazı insanlar böyle oluyor, yaşadıkları kentin değerlerinin yok olup gitmesine kıyamıyor, içleri acıyor. Biliyorum kimilerine anlaşılmaz geliyor bu ama deneyiniz lütfen.
Bana bir de bu hafta sonundan şiir gibi bir film kaldı: ‘Lizbon’a Gece
Tarihi Nevruz’da, Diyarbakır’da sahneye çıkan sürpriz isimdi Niyazi Koyuncu. Lazca türküler söyledi, abisi Kazım Koyuncu gibi orada çok sevildi ama sosyal medyada tehditler aldı. Koyuncu yaşananlar için “Belki bir köprü olur söylediğim şarkılar. Her şeyi göze almıştım. İnandıysam tamamdır. ‘Kelleyi koltuğa koydun’ dediler, gerekirse öyle oldu”
Bir albüm geçti 2012’nin son aylarında elime, Muço Pa. Kapağında uzun saçlı, sakallı bir genç adamın fotoğrafı. Hem yeni bir yüz, hem çok tanıdık... Niyazi Koyuncu adı. 2005 yılında kanserden ölen unutulmaz müzisyen Kazım Koyuncu’nun kardeşi. Ve şaşırtıcı derecede benziyor abisine... Karadeniz müziği yapıyor o da... Sesi de benziyor, biraz iç burkuyor dinlerken ama iyi müzik yapıyor, güzel besteleri var, dinledikçe seviyorsunuz.
Sonra 21 Mart geliyor, bir daha duyuyorum Niyazi Koyuncu adını; Diyarbakır’daki tarihi Nevruz’da sahneye çıkan sürpriz müzisyen olarak. Lazca şarkılar söylüyor, barış coşkusuna coşku katıyor... Ama sosyal medya anında giriyor devreye... Niyazi Koyuncu’yu destekleyenler kadar köstekleyenler de var. Kıyamet kopuyor, bir Karadenizli’nin ne işi var orada diye... Özellikle de Karadenizliler memnun değil durumdan.
Zuhal Olcay, yeni dizisi “Bir Aşk Hikayesi”nde eski bir şarkıcıyı canlandırıyor. Gerçek hayatta ise onu birkaç ay sonra içinde sürpriz şarkılar olan “Başucu Şarkıları 3” albümüyle dinleyebileceğiz.
Zuhal Olcay’ın ilginç bir durumu var, öyle her an her yerde görünen biri değil, hatta zaman zaman tamamen ortadan kaybolur. Sonra ya bir albüm, ya bir dizi ya da oyun haberiyle yine ortaya çıkar. Ama o sessiz olduğu sürede de hiç unutulmaz, hani popülerliği yaptığı işe bağlı olmayanlardan. Var oluşu yetiyor.
Bir öğle vakti buluştuk, önceki gece Jolly Joker’de konseri olmuştu ve Twitter konuyla ilgili çalkalanıyordu. Haberler bundan ibaret değildi, Fox’ta yayınlanacak “Bir Aşk Hikayesi” dizisiyle ekranlara dönüyordu Zuhal Olcay. Ekim ayında da muhtemelen tiyatro sahnelerinde de görebilecektik onu.
Neticede konuşacak konu çoktu. Bir yerinden başladık biz de...
Bir üçüncü “Başucu Şarkıları” yapacaksınız. Nasıl karar verdiniz?
Uzun zamandır düşünülüyor üçleyelim, öyle kapatalım bu sayfayı diye. Ben de yeni bir konseptle ortaya çıkmak yerine bunu tercih ettim çünkü hakikaten söylemek istediğim şarkılar vardı. Biri “İstanbul”, ben bunu söylemeden rahat etmeyecektim. Bir de
27 Mart Dünya Tiyatro Günü vesilesiyle yapılan kutlamada, tiyatronun iki kuşağı buluştu. Alttaki hevesle üstteki tecrübe daha çok kesişirse, ortaya daha anlamlı işler çıkabilir diye düşünüyorum... Tecrübeli isimler, daha çok genç ekiplerle iş yapsa...
Beyoğlu Hayal Kahvesi, Hayal Kahve’lerinin ilki, bir kuşağın büyüdüğü yerdi... Benim kuşağımın... Çünkü bara gitme yaşımızın geldiği yıllarda açılmıştı, gözümüzü ‘canlı müziğe’ orada açmıştık desem yeri... Şimdi onun yerini tutması beklenen Meşelik Sokak’taki Hayal Kahvesi’ne aynı sıcak hisleri besleyememiştim hiç. Belki kapıda durup bilet kesen, fazla davetkâr olmayan görevlilerden ötürü...
Ama şimdi orayı daha davetkâr bulmam için bir sebep var: Alt kattaki Hayal Perdesi. ‘Alternatif tiyatro mekânları’nın bir yenisi... Şubat ayında açıldı, önceki gün de 27 Mart Dünya Tiyatro Günü bir partiyle kutlandı mekânda.
Tam bir kuşaklararası tiyatro buluşması halindeydi Hayal Kahvesi o gece. Çünkü aynı gece Ses Tiyatrosu’nda Zeliha Berksoy’un doğum günü de kutlanmıştı. Zeliha Berksoy’un emekli olup Mimar Sinan Üniversitesi Tiyatro Bölümü Başkanlığı görevini de Merih Tangün’e devretmesi de günün başka bir önemli yanıydı. Yıllardır
Berlin’e gittim geçen hafta. Gitmeden önce de, “Schaubühne’de hangi oyunu yakalayabilirim?” diye baktım. Nitekim, Ostermeier’in yeni oyunu başlamış: ‘Venedik’te Ölüm’.
Derhal bilet aldım almasına ama itiraf etmeliyim, çok umutlu değildim göreceğim işten. Tamam, Thomas Mann’ın metnine saygım sonsuz da neticede tek kelime anlamadan izleyeceğim ve ‘Venedik’te Ölüm’den ne gibi bir görsel şölen veya baş döndürücü reji marifeti falan umulabilir ki ki?... Diye düşünmekteyim. “Neyse ki 75 dakika” bile geçiyor aklımdan... Schaubühne ve orada ne tür oyunlar sahnelendiğine dair son derece bilgi ve fikir sahibi olan taksi şoförü bile hafiften dalga geçiyor, anlamadığım bir dilde oyun izleyecek olmamla... İyice tedirgin oluyorum...
Ama salona girip koltuğuma oturduğum andan itibaren bütün bu düşünceler uçup gidecek; çünkü gözümü, aklımı ve bütün dikkatimi bir daha alamayacağım sahneden.
Bir Schaubühne-Bretagne Tiyatrosu ortak yapımı, oyun. Avrupa tiyatrosunun dahi ismi Ostermeier, Thomas Mann’a ‘Venedik’te Ölüm’ün ana karakteri Gustav von Aschenbach için ilham kaynağı olan Mahler’in müziğiyle birleştirmiş teksti. Bir anlatıcı koymuş, mikrofonla eseri seyirciye okuyan... Dansçılar,
Bu yıl içinde “Ayhan Hanım” filminde izleyeceğimiz Vahide Gördüm meme kanserine yakalanıp iyileşti. Tedavi sürecinde doktorlar ne diyorsa yaptığını söyleyen oyuncu: “Çok güçlüyüm, hiç kan almadan 16 kür ağır kemoterapi geçirdim. Et yemiyordum, tabii kemoterapiyle birlikte yemeye başladım. Hiç ağlamak, sızlamak olmadı, mırın kırın yapmadım
En son Levent Semerci’nin çektiği “Ayhan Hanım” filminin setinde görüşmüştük, Vahide Gördüm’le. Uzun uzun konuşmuştuk, oynamaktan büyük heyecan duyduğu rolle ilgili. Aradan bir ay geçti geçmedi, kanser haberleri çıktı gazetelerde. Vahide Gördüm kemoterapi göreceği için “Adını Feriha Koydum” dizisinden ve “Ayhan Hanım” filminden affını istiyordu.
Aradan 1.5 yıl geçti, ortağı olduğu oyunculuk okulu Akademi 35 Buçuk’ta buluştuk bu kez. Neler olmuştu, bu arada; Vahide Gördüm kanseri atlatmış, sete dönüp “Ayhan Hanım” filmini bitirmiş, “Merhaba Hayat” diye kısa ömürlü bir dizide oynamış, son olarak da 20 yıllık eşi Altan Gördüm’den boşanmıştı. Kısa sarı saçları, makyajsız, pırıl pırıl yüzü, dar pantolon üstüne giydiği mini kot eteğiyle müthiş genç ve enerjik görünüyordu. Biraz geçirdiği 1.5 yıllık süreci konuştuk, biraz da bundan sonra