Hande Altaylı’nın kitabı “Kahperengi” Gül Oğuz’un yönetmenliği ve yapımcılığı ile televizyona taşındı. “Hayat bana biraz merhamet et” diyen genç bir kadının hikayesini anlatan ve iyi reytingler alan yeni dizi “Merhamet” için Altaylı, kitabını bozmayacaklarından emin olduğunu belirtirken Oğuz da “Bu iş hep su gibi aktı” diyor
Her dakika yeni bir dizinin başlayıp tez zamanda kalktığı garip bir dönem yaşıyoruz televizyonlarda. Kimse önünü göremez oldu. Hal böyleyken, Kanal D’de Most Production’ın yeni dizisi “Merhamet” başladı ve istikrarlı bir şekilde yükselip aynı günü paylaştığı “Muhteşem Yüzyıl”ın ardından ikinciliğe yerleşti. Özgü Namal ve İbrahim Çelikkol’un başrolleri paylaştığı dizi; bir kadının hayat mücadelesini, “geçmişte kalamamış” bir çocukluk aşkını ve ailenin yerini alan bir dostluk hikayesini anlatıyor. İyi eleştiriler de alıyor “Merhamet”. Özetle, birkaç sezon sürecek parlak işlerden biri olmaya şimdiden aday.
Bu başarının arkasında üç parlak kadın var: Dizinin uyarlandığı “Kahperengi” romanının yazarı Hande Altaylı, dizinin yapımcısı ve ilk bölümlerin yönetmeni Gül Oğuz ve senaristi Mahinur Ergun. Gül Oğuz ve Hande Altaylı’yla bir araya geldik,
Geç saatte oturup iyi muamele ve yemek bulabileceğiniz birkaç yer sıralayayım bugün
Taksim CVK Otel’in girişindeki People’s, 02.00’ye kadar açık ve yemekleri çok lezzetli. Mönüye baktığınızda bir kafa karışıklığı var gibi görünüyor, “Türk mutfağı mı, tapasçı mı, İtalyan mı?” diye şaşırabilirsiniz, güvenin, ne yeseniz iyi.
Gece hayatı konusunda zengin bir şehirde yaşadığımız kesin. Ama belli bir saatten sonra yemek yemek neredeyse imkansız. Beyoğlu mesela öyle bir yer ki, öğle vakti canlı müzik eşliğinde halay çekilen türkü bara rastlayabilirsiniz ama saat 23.00 gibi oturacak meyhane bulamazsınız. Geçen gün “Geleneksel meyhane kültürünü yaşatmak” gibi iddialarla açılan Safi Meyhane’de arkadaşların önüne 23.30’da hesap konup kapı gösterilince bir kez daha düşündüm bunu. Akşam bir tiyatro oyununa gitseniz, sonra bir şeyler yemeyi planlasanız, seçenekleriniz Bambi, Kızılkayalar, Marmaris Büfe, Karadeniz Pide Salonu’yla filan sınırlı.
Eğer oturup bir kadeh bir şey içip yemek yemekse amacınız, üzgünüz, sizi ancak eviniz paklar. Mutfaklar 23.00 dedin mi kapanıyor. İnternet sitesine bakıp
The Marmara’nın üstündeki Raika’nın 02.00’ye kadar açık olduğunu mu öğrendiniz?
Craft’ın yeni oyunu ‘Kabin’, beklentileri boşa çıkarmadı. Gonca Vuslateri sahnede ışıldıyor; Bora Akkaş’ın da aşağı kalır yanı yok. İkinci artısı da gündelik ve doğal diyalogları...
Kapıdan girdik, karanlık. O ev salonu kadar yere, iki sıralı, epey seyirci sığmış...
Ortada camdan iki kabin, içlerinde iki insan, birbirlerini görmüyorlar.
Sadece el sığacak kadar bir delik var aralarında, o kadar. Bir seks kabini bu, Amsterdam’dakiler gibi, ama kimse profesyonel değil. Kadın da erkek de para ödeyip gelmiş. Sanal alemdeki buluşmaların ‘yarı sanal’ versiyonu. İki yalnız ve yaralı ruh... Buraya sığınmışlar denebilir.
Craft’ın yeni oyunu ‘Kabin’, genç bir yazarın, Kemal Hamamcıoğlu’nun metni. Epeydir merakla beklediğimiz bir oyundu, önce Rıza Kocaoğlu yönetiyor, Gonca Vuslateri ve Erkan Köstendil oynuyordu. Çok heyecan verici bir buluşmaydı. Zaman geçti, yönetmen tiyatronun kurucularından Çağ Çalışkur oldu, Rıza Kocaoğlu ‘süpervizör’lüğe terfi etti, Köstendil yerine de Bora Akkaş geldi. İşte ‘Kabin’ karşımızda.
Şunu önce söyleyeyim, Gonca Vuslateri sahnede inanılmaz bir ışığa sahip.
“Kuzey Güney”in Gülten’i Zerrin Tekindor: “Herkesin etrafında bir Gülten var. Ben de onu o renkli hali, patavatsızlığı ve sahiciliği ile çok sevdim”
Kapıdan adım atınca bir eve değil bir dünyaya girmiş gibi oldum adeta. Her köşesi kendine özgü, Zerrin Tekindor’un evinin. Duvarda o çok göz alıcı kadınlarını çizdiği iki tablo, parlak renkleriyle hemen insanı çarpan yeni başlanmış dev bir tuval, fotoğraf ve resim kitapları, az eşya, bol ışık... Cascavlak bir aydınlıktan söz etmiyorum, bir tarafta mumlar yanıyor, girişteki tuvalet aynasının renkli ampulleri tatlı bir ışık veriyor. Tekindor’un kendisi zaten ışıl ışıl parlıyor.
Çok kahkahalı, çok sürprizli bir kadın... Hani “Şimdi ne yapacak acaba?” diye merak ettiğiniz insanlar vardır ya, öyle... Bir anda dolaptan soğuk bir beyaz şarap, havyarlı kanepeler çıkarıveriyor, ikram seviyor, konuğunu rahat ettirmeyi... Ekranda “Kuzey Güney”in tatlı kaçık kuaför Gülten’i, sahnede “Antonius”un Kleopatra’sı oyuncu, ressam, 23 yaşındaki Hira’nın annesi Zerrin Tekindor, tanıyabileceğiniz en matrak kadınlardan biri. Sohbeti tatlı, neşesi sahici... Eminim ondaki o kendi tanımıyla ‘Noel ruhu’, bu pazar sabahında herkese iyi gelecektir...
‘Kelebeğin Rüyası’nı izlediğimden beri, Rüştü Onur ile Muzaffer Tayyip Uslu benimle beraber gittiğim her yere geliyor sanki
Evet, etkileyici bir hikayesi var Yılmaz Erdoğan’ın ‘Kelebeğin Rüyası’nın... Evet, dünya çapında oyunculukları... Hele Kıvanç Tatlıtuğ’la Mert Fırat, ikisi tam da ‘şiir gibi’ oynuyor karşılıklı. Görüntüler müthiş, Gökhan Tiryaki’ye ne desek az. Yedi yıllık emek kendini gösteriyor, her şeyiyle çok özenli, birinci sınıf... Ama asıl önemlisi, bir duygusu var ki filmin, o insanı terk etmiyor sonrasında... Şöyle ki, filmi izlediğimden beri Rüştü Onur ile Muzaffer Tayyip Uslu benimle beraber gittiğim her yere geliyor sanki.
Zonguldaklı iki şair, Onur ile Uslu... Hocaları, Behçet Necatigil ki filmde onu da Yılmaz Erdoğan oynamakta. İki arkadaş, iki güzel delikanlı. Hep de öyle kalmışlar, çünkü birinin yaşamı 1920-1942 arasına sıkışmış, diğerinin 1922 -1946... Kelebeğin ömrü kadar... Gencecik yaşta verem alıp götürüyor ikisini de... ‘Kelebeğin Rüyası’ bu iki delikanlının, Turgut Uyar’ın Rüştü Onur’un arkasından dediği gibi “Dünyayı şiirden seven” iki çocuğun hikayesini anlatıyor.
Ama ben bugün Rüştü Onur’dan söz edeceğim daha çok. Çünkü Onur’un mektupları ve
‘Benim Çocuğum’, bir belgesel. Hayatlarının bir döneminde çocuklarının eşcinsel ya da trans olduğunu öğrenen yedi anne-baba, en sade, maskesiz, boyasız halleriyle hikayelerini anlatıyor kameraya
“Benim sevgili oğlum, benim sevgili oğlum değilmiş. Başka biriymiş...” Onca çarpıcı, sarsıcı, etkileyici andan bunu not etmişim filmi izlerken. Şule Ceylan’ın, oğlunun eşcinsel olduğunu öğrendiği, daha doğrusu artık bu gerçekten kaçamayacak noktaya geldiği anı tarif ederken kullandığı cümleler bunlar. Öyle doğal, öyle naif söylüyor ki... Ve aslında hangi anne-baba çocuğunu biraz daha yakından tanısa bunu söyleyecektir. Eşcinsel olduğunu öğrenmesine hiç gerek yok. Aynı evin içinde birbirini tanımadan bir ömür geçiren insan topluluğuna aile diyoruz çünkü.
Bu kadar çarpılacağımı tahmin etmemiştim
‘Benim Çocuğum’, bir belgesel. Hayatlarının bir döneminde çocuklarının eşcinsel ya da trans olduğunu öğrenen yedi anne-baba, en sade, maskesiz, boyasız halleriyle hikayelerini anlatıyor kameraya. Filmin yönetmeni Can Candan’la ve bu yürekli anne babalarla tam geçen yıl bu zamanlar tanışmıştım. İçlerinden üçüyle, Ömer-Şule Caylen ve Pınar Özer’le konuşmuş, hayatlarını değiştiren ‘o anı’
Hasibe Eren, Sıdıka ve Makbule’den sonra şimdi de “Yalan Dünya”nın Gülistan’ı. Eren, Gülistan için “Kocasına aşık değil ama sahipleniyor. Bence yeri gelse çapkınlık yapar” diyor. Kendisinin ise çapkın olmadığını söyleyen Eren: “Ama olmak isterdim”
Hasibe Eren’i tanırdım, çok yetenekli bir oyuncu ve zarif bir insan olarak... Ama karşısındakini düşünmekten kendini unutan biri olduğunu yeni öğrendim. O içinden bayılarak izlediğimiz Sıdıka’ları, Makbule’leri, şimdilerde Gülistan’ı çıkaran genç kadının çok geniş bir gönlü var. Daha nice karaktere can verecek, daha önemlisi yolunun kesiştiği insanlara umut olacak kadar. Zaten dünyaya biraz bunun için geldiğine inanıyor.
Cihangir’deki randevumuza hastaneden geldi. Annesi rahatsız çünkü. Ama bana bir söz vermişti, tutmamayı aklından bile geçirmedi. Bir de “Annemin de hoşuna gider beni gazetede görmek” dedi. “Oyunum var, vakit dar” diye sıkboğaz etmedi, özel hayatla ilgili konuşmak istemediğini söylerken özürler diledi, “Bu kadar konuştuk, nasıl çözeceksin?” diye üzüldü, neredeyse yardım etmeyi bile önerdi.
Ailesinin Özlem’i, hepimizin Hasibe’sini biraz daha yakından tanımaya-tanıtmaya çalışırken, “Çok örnek alınası bir
Şu sıralar, Birsen Tezer’in dünyasında gezinmekteyim... Ada Müzik’ten çıkan yeni albümü ‘İkinci Cihan’da...
Hani hız çağındayız, efendim devamlı koşturuyoruz, bağırıp çağırıyoruz, günün sonunda da sıfırı tüketip yataklarımıza seriliyoruz ya... Yorgunuz hani hep... Bağırış çağırıştan, koşturup durmayıştan, “Zaman geçiyor, yakalayalım” telaşından... Bu hengamede ruh sağlığımızı korumanın bir yolu var... ‘İç sesinizi duyun’ seminerlerinden filan söz etmiyorum, bizzat içinizdeki o uğultudan size ulaşamayan sesi kulağınıza fısıldayan kadınlardan söz ediyorum. Müzik dünyamızın sesi usul usul ama çok güçlü çıkan kadın ozanlarından...
Bu ara da şansımız var, sırayla albüm çıkarıyorlar... Jehan Barbur, Ceyl’an Ertem, Melis Danişmend, Yasemin Mori güzelim sesleri, hayatı görüp yaşamış ama acılaşmamış sözleri, olgun müzikleriyle yeni şarkılar söylüyorlar bize. Çiğdem Erken’in yeni albümü de yolda. Her biri ayrı bir dünya... Şu sıralar, Birsen Tezer’in dünyasında gezinmekteyim... Ada Müzik’ten çıkan yeni albümü ‘İkinci Cihan’da.
Şarkıların ortak ruhu var
Yıllarca ondan başkalarının şarkılarını dinledik, inanılmaz bir yorumcudur... Artık kendi şarkılarını söylüyor, çok da iyi