Benim SİYAD ödül törenleri konusunda çok uzun bir geçmişim yok ama şunu rahatlıkla söyleyebilirim: Gördüklerim içinde en başarılısıydı, 45’inci SİYAD Ödülleri Töreni. Şimdi birkaç ‘magazin’ notu... Kendimce...
Bu tip törenlerin bir numaralı sorunu olan, sürekli soğuk espri ve gaf üreten oyuncu-sunucu handikapı yoktu bir kere. Ceyda Düvenci, üstelik hasta haliyle hem profesyonel hem sempatikti, son derece güzel idare etti töreni.
Çıkanlar uzun konuşmalarla insanları baymadılar. Geçen yılki Berhan Şimşek örneğinden ders almış olmalılar, organizasyon komitesi de bu tür riskler almamış. Müzik ödülü vermeye çıkıp kendi altı yaş anısını anlatan Erdener Koyutürk hariç...
Müzik, bu tür törenlerde hep sorun. İnsanların sigara içmek için değerlendirdiği molalar gibi algılanıyor, kaldı ki bir sinema ödülleri gecesinde müzik yapma isteklerini çok takdir ettiğim bir avukat grubundan ‘Evde Kaldım’ diye bir şarkı dinlemeyi kim ne kadar isterdi, salonun yarısının boşalmasından anlaşıldı... Belki artık bu ‘müzik aralarından’ vazgeçmenin zamanı gelmiştir...
Gecenin en güzel kadını, kesinlikle Fatma Girik’ti. “Zarif” falan diye lafı dolandırmayalım, güzellikten çizgisiz, gergin bir yüz
Bunca emek, kaynak, zaman verilmiş bir oyun daha ilk ayda pat diye kaldırılıyorsa bunun ‘filanca parti istemedi’den daha geçerli bir açıklaması olmalıdır
Oradan bakıldığında nasıl görünüyor bilemiyorum... “Ben gittim bir oyun izledim, orada hoşuma gitmeyen şeyler söylendiğini gördüm. Bu beni rahatsız ediyor. Bu oyunun kaldırılmasını istiyorum” demek bu kadar kolay mı mesela? Buna hakkın olduğuna inanmak nasıl bir şey?
Beğenmediysen izlememe hakkına sahipsin her zaman. Çevrene, eşine, dostuna, gücünün yettiği, elinin ulaştığı herkese “Gitmeyin bu oyuna” diyebilirsin. Bu kadar kötü ve bir bakış açısıyla ‘incitici’ olduğunu düşünüyorsan onu izlemeyerek cezalandırıp izleyicisiz kalarak kendi kendine ömrünü doldurmasını bekleyebilirsin. Ama kaldırılmasını talep etmeyi ben bir türlü anlayamıyorum.
1970’lerde yazılmış
İstanbul Şehir Tiyatroları’nın ‘Zengin Mutfağı’ büyük emeklerle çıkarılmış bir oyun. Vasıf Öngören 1970’lerde yazdı bu oyunu, Türkiye’nin dört bir yanında defalarca sahnelendi. 1988’de Başar Sabuncu filmini çekti, başrolünü Şener Şen oynadı, hiç yer yerinden oynamadı.
Aradan 40 yıla yakın zaman geçmişken, diyelim 40 yıl ‘ileriye’ gitmişken bizler, yazarın
“İntikam” dizisiyle izleyici karşısına çıkan Nejat İşler: “Çakal olmadım hiç ama iyi bir herif de olmadım. Bütün maceram her gün o kötücül tarafı azaltmakla ilgili. Ama iyilik satmıyor. Ne kadınlar seviyor iyi adamı, ne de sektörde seviliyorsun...”
En son konuştuğumuzda “Nejat İşler bu işleri bırakıyor” diye başlık atmışım. Artık Bodrum’da bir hayat, domates biber yetiştirmek, balık tutmak gibi uğraşlar ilgisini çekiyordu. Onun üstüne “Keşanlı Ali” geldi, şimdi de “İntikam” dizisinin Rüzgar’ı olarak ekranlarda. Artık istediği hayata daha yakın, iki-üç gün İstanbul’da çekimdeyse haftanın kalanında Bodrum’a ‘evine’ gidebiliyor. Oradayken kafasındaki senaryoyu yazıyor, filmini çekeceği günün planlarını yapıyor.
Nejat İşler’le Cihangir’de, evinin salonu gibi gördüğü White Mill’de buluştuk. Her zamanki gibi aklından geçen anında dilinde, rahat, sansürsüz konuştu. Hiç “bunu dersem ne düşünülür?” demiyor... Herhalde onu asıl koruyan da bu. Olduğu gibi görünüp numara yapmaması... “Kaybedenler Kulübü”ndeki meşhur sahnesi gibi... Hani “Ben sana yalan söylemedim kızım.. Ben buyum...” diye başlayan.... Uzun lafın kısası,
Nejat İşler yine kendisi gibi...
En son konuştuğumuzda
Destar Tiyatro’nun yeni oyunu ‘Antigone2012’, yakın tarihin başka bir yüzüyle karşı karşıya getiriyor izleyiciyi. Görülmeye, düşünmeye değer
İstiklal Caddesi’nin arka sokaklarından birinde faaliyetlerini sürdüren Destar Tiyatro, kapısından her girişimde içimi sevinçle dolduruyor. Pek öyle gülünüp eğlenilecek oyunlar yaptıkları söylenemez, çok güzel bir dünyada yaşadığımızı da düşündürtmüyorlar... Ama “İyi ki varlar” dedirtiyorlar, “İyi ki birileri bu oyunları yapıyor.”
‘Disko 5 No’lu’yu artık duymayan kalmamıştır, geçen yıl neredeyse bütün ‘en iyiler’ listesinde yer almıştı. Diyarbakır Cezaevi üzerine bir oyundu ve özellikle yazan ve oynayan Mirza Metin’in aynı bedende örümcek, sinek, fare, köpek, gardiyan ve mahkum oluşunu hayranlıkla izlemiştik.
Şimdi Destar Tiyatro, o oyunu sahneye koyan Berfin Zenderlioğlu’nun yazdığı ‘Anigone2012’ ile yakın tarihin bir başka yüzüyle karşı karşıya getiriyor seyirciyi. Sofokles’in ünlü tragedyası ‘Antigone’den esinlenen bir oyun bu. Sofokles’in Antigone’si, abisini gömmek için krala baş kaldıran bir karakterdir. Çünkü birbirinin canını alan iki kardeşten Eteokles ‘yurdunu savunurken’ ölmüştür, şaşaalı bir törenle gömülecektir,
Eşcinsel olduğunu gizlemeyen ve sevgilisinden iki çocuk sahibi olan Judie Foster’ın Altın Küre sahnesinde yaptığı konuşma, tarihe geçecek türdendi
Samimi, açık, net cümleler, ışıltılı, dürüst, şahane bir gülümseme... Jodie Foster’ın Altın Küre’de Yaşam Boyu Başarı Ödülü’nü alırken yaptığı konuşma bence tarihe geçecek, internette dönüp dönüp tıklananlar arasına katılacak-katılmalı. İnsan yaşamında istediğini yaparsa, elalemin ne dediğine aldırmadan dosdoğru kendi yolunda giderse, kimseye de kendisini yargılama, sorgulama hakkı vermezse, 50 yaşında sahip olacağı iç huzuruna, mutluluğa, özgüvene bir örnek olarak.
Jodie Foster’ın eşcinsel olduğu,
20 yıla yakın birlikte yaşadığı sevgilisi Cydney Bernard’dan iki erkek çocuk sahibi olduğu sır değil. Nitekim, konuşmanın bence en duygulu bölümü de, Foster’ın artık birlikte olmadığı eski sevgilisine teşekkür ettiği yerdi... “Hayatımın en derin aşklarından biri, eski aşkım, hayat boyu dürüst ruh kız kardeşim, sırdaşım, akıl hocam” diye seslendi Bernard’a: “Teşekkür ederim, Cyd. Modern ailemizle çok gurur duyuyorum. İki harika oğlumuz benim nefes alma sebebim...”
Bu arada o iki harika oğlanın pırıl pırıl gülümsemelerle
Metin Kaçan’ın intiharı üzerine hafızalarda 18 yıl önceki G.K. olayı canlandı. O gecenin üç tanığından biri olan Alp Buğdaycı, Kaçan’ın intiharının o olayla ilişkilendirilmesini yanlış buluyor: “Metin bence o badireleri çoktan geride bırakmıştı. Hayatına son vermesi başka bir duygunun sonucu olmalı”
Metin Kaçan intihar etti. Kendisini Boğaziçi Köprüsü’nden atıverdi.
Ve arkasından Türkçenin kendine has kaleminin kaybına üzülenler ile üzülenlere kızanlar birbirine girdi. Gerekçe, bundan tam 18 yıl önce, yine bir ocak ayında yaşanmış bir olaydı. Metin Kaçan, televizyon sunucusu arkadaşı Alp Buğdaycı ile birlikte sevgilisi G.K.’ya işkence ve tecavüz etmekle suçlanıyordu. Uzun bir mahkeme süreci oldu, her ikisi de bu suçu işlediklerini reddettiler. Ama mahkeme Kaçan’a 8 yıl 9 ay, Buğdaycı’ya ise 4 yıl 2 ay ceza verdi. 30 Ocak ise tam olarak ne olduğunu sadece üç kişinin bildiği karanlık bir gece olarak kaldı. O gecenin üç şahidinden biri artık yok. Bugüne kadar bu konuda neredeyse hiç konuşmayan Alp Buğdaycı o geceyi, Metin Kaçan ile arkadaşlıklarını ve sonrasında yaşadıklarını anlattı...
Nasıl tanıştınız Metin Kaçan’la?
1994 Kasım. Ben Andon Bar’da omlet yerken
Sıfır Nokta İki’nin oyunu ‘Yalnızlar Kulübü’nde, seyirciler ‘hayatın ritmi’ kursuna dahil ediliyor. Ama asıl izlediğimiz, metropol insanının yalnızlığı... Oyun bu anlamda ‘yalnız insanlar panoraması’ sunma görevini hakkıyla yerine getiriyor
“Buraya neden geldiğinizi biliyor musunuz?” diye sorunca karşımdaki kadın, sorunun muhatabı ben miyim, değil miyime bakmadan düşünmeye başladım. Oraya neden geldiğimi biliyor muydum? Evet, biliyordum. Bir cumartesi akşamıydı, başka bir planım yoktu, üstelik hava da çok kasvetliydi. İnsanın içini sıkan, yalnızsa daha da yalnız hissettiren bir akşam işte... Adı ‘Yalnızlar Kulübü’ olan bir oyun, bu akşam için ideal bir seçim değil de neydi?
Nitekim, İstiklal Caddesi’nin kalabalığını aşıp İkinci Kat’taki koltuğumda yerimi aldığım anda, doğru karar verdiğimi anladım. Hasibe Eren çıktı karşımıza, Demet Sağlam adlı bir karakter olarak. Demet Sağlam, yalnızlar için ‘Hayatın Ritmini Bul’ diye bir kurs düzenliyor. 20 ders saatinde dürüstlük egzersizleri yapacağız, önce kendimize karşı açık olmayı öğreneceğiz ve kısmetse bir değişim-dönüşüm yaşayacağız, vaat edilen bu. “Biz” diyorum, çünkü az sonra yerlerini alacak kursiyerlerden önce biz varız
Vasıf Öngören nasıl bir metin yazmış ki, 40 yıla yakın zaman geçmiş, yine ibretle izliyorsunuz. ‘Zengin Mutfağı’, insan olmanın ne demek olduğunu sorgulatıyor
“Ben herhalde başka bir oyun izledim” diye düşünerek bitirdim ‘Zengin Mutfağı’nı. 10 gün kadar önce iki ülkücü genç kızın “Burada bize hakaret ediliyor, küfürler sıralanıyor” diye protesto edip çıktıkları oyun bu olamazdı. Zira kimseye küfür eden bir oyun değil, Vasıf Öngören’inki. Zarif ve incelikli bir oyun bir kere. Herkesi kendi gerçeğiyle baş başa bırakıyor sadece. Sağcı, solcu demeden herkesin kendisine sık sık sorması gereken soruyla: “Kime hizmet ediyorum ben?”
Bu mutfakta babacan Hulusi Kentmen yok
Sona saklanacak sözü baştan söylemiş oldum ama bu bölümü bir an önce atlayıp oyunun asıl hak ettiklerini söylemek, niyetim. Öngören’in ilk kez 1977’de sahnelediği ‘Zengin Mutfağı’, 15-16 Haziran 1970 işçi eylemlerini ve sonrasını, kalantor işadamı Kerim Bey’in evinin mutfağından izliyor. Tam Yeşilçam filmlerindekiler gibi bir mutfak... Tonton bir aşçı, şoför, tatlı bir hizmetçi kız... Ama babacan bir Hulusi Kentmen yerine, daha ‘gerçeğe uygun’ şekilde çalışanlarını canını çıkarana kadar koşturan bir patron