Bodrum’un ilk kez bu kadar boş bir zamanına denk geldim. Meğer 29 Ekim, Bodrumlular için milatmış. O günü de geçirdikten sonra kendi tatilleri başlarmış. Aslında bence Bodrum’un da asıl zamanı bu
Çocukluğumdan beri görmeden tek bir yaz geçirmediğim Bodrum’un ilk kez bu kadar boş bir zamanına denk geldim. Hele hele hava karardı mı sokaklar bir tek kuçulara kalıyor, yazın duvarından insanların sarktığı Küba’da müzik hayaletlere çalınıyor, Adamik, Ora, Hadigari kapıya kilidi vurmuş gitmiş.
Sonra öğreniyorum ki meğer 29 Ekim Bodrumlu işletmeciler için bir milatmış her sene. O günü de geçirdikten sonra kendi tatilleri başlarmış. Aslında bence Bodrum’un da asıl zamanı bu.
Program her zaman güzel
Bu sene de Cumhuriyet Bayramı, 20 bin kişinin katıldığı fener alayıyla, büyük şaşaaayla, barlardan taşan 10. yıl marşlarıyla kutlandı, bitti, ertesi gün tatlı bir sonbahar güneşi ve derin bir sessizliğe uyandık. Körfez Restaurant, her zamanki popülaritesinde, meşhur Sünger Pizza, bir de kış gecelerinin kurtarıcısı Marina Yacht Club. Canlı müzikteki ısrarlarını çok yerinde buluyorum. Ne zaman gidersen git, orada iyi bir program bulacağını biliyorsun. Yazın Fatih Erkoç’ların,
Özen Yula’nın 2007’de yayınlanan ‘İtiraz Oyunları’ndan biri, ‘Pusulasız’. Bu yıl, Salt Galata işbirliğiyle sahneleniyor. Öyle koltuğunda oturup izleyemiyorsun; hareket halinde ve atak olacaksın, uyanık kalacaksın. Sen de o dünyanın parçasısın bir saat boyunca
Salt Galata’nın daha merdivenlerinden çıkarken sarıyor insanı tarihin kokusu. Sesinizi alçaltıyorsunuz, etrafınıza büyülenerek bakıyorsunuz... Kim bilir neler yaşandı bu koridorlarda? Bu sefer, sadece nüfus kağıtlarındaki uyruk hanesinde yazan yüzünden doğuştan düşman kabul edilen iki insanın tanışmasına ve hesaplaşmasına sahne olacak.
Giriş katındaki kafede buluşuyor, biraz sonra yaşayacağımız deneyimle ilgili tahminlerde bulunuyoruz. Sonra yazar-yönetmen-bu gezintide mihmandar Özen Yula, kısa bir konuşma yapıyor: “Oyun, AKM sergisinin olduğu salonda başlayacak” diyor, “Şimdi hep beraber oraya çıkacağız.” Sonrası merak uyandırıcı... Oyuncular mekân değiştirdikçe, biz de onlarla beraber gideceğiz ama bir kural var: Bize rehberlik eden Özen Yula’yı sınır kabul edip, onu geçmeyeceğiz.
Sizinkiler-bizimkiler sorunu
Kimimiz AKM sergisini dolaşıp kimimiz fısır fısır konuşurken, iki adam salonun dibindeki resmin önünde
Gerçek hayat o tokatları sağlı sollu her gün çakıyor suratımıza. Ama daha ‘zarif’ darbeler beklediğimiz tiyatro sahnesinde gafil avlanmış oluyoruz zahir. İşte bu da, bizim ‘in-yer-face’imiz: Bulut Tiyatro’dan ‘Nerde Kalmıştık?’
Ben asla “İngiltere’den ithal tiyatro bizim izleyiciye ne söyleyebilir ki?”cilerden değilim. In-yer-face (Türkçedeki çevirisiyle ‘suratına tiyatro’) akımının ülkemizdeki yapımlarını çoğunlukla beğenerek, etkilenerek, sarsılarak izliyorum. ‘Zamanın ruhu’ndan söz eder, akımın Türkiye’deki öncü ismi Murat Daltaban. Zamanın ruhunu taşıyan oyunlar der bunlara... Ve görüp de sarsılıyorsak, aslında her gün içinde yaşadığımız şiddet dilinin suratımıza çarpılmasından tedirgin olduğumuz için...
Geçen hafta öyle bir metin izledim ki, basbayağı suratıma tokat yemiş gibi oldum çıkarken. Saçma bir yandan, çünkü gerçek hayat o tokatları sağlı sollu her gün çakıyor suratımıza. Ama daha ‘zarif’ darbeler beklediğimiz tiyatro sahnesinde gafil avlanmış oluyoruz zahir. “Bu da” dedim, “Bizim ‘in-yer-face’imiz.” Ve çok sert, çok.
Bulut Tiyatro’nun sahnelediği ‘Nerde Kalmıştık?’ın yazarı, Ebru Nihan Celkan. Geçen yıl ‘Tetikçi’yle Hrant Dink cinayetinin perde arkasını
‘Yalan Dünya’, TV’deki en büyük eğlencem ama bazı karakterler fazla abartıldığında tadı kaçmaya başlıyor. ‘Yalan Dünya’ karakterleri çok iyi çizilmiş, çok güzel diyalogları olan bir dizi. Kendiliğinden komikler zaten, bu kadarı fazla kaçıyor
‘Yalan Dünya’, televizyon ekranlarındaki en büyük eğlencem. Başından beri. “Bozuldu, değişti, eksildi” gibi eleştirilere yüz vermiyorum, gene aynı iştahla izliyorum. Ama bir süredir beni de mutsuz eden bir şey olduğunu, 26’ncı bölümde Gonca Vuslateri’nin şahane karakteri Eylem’i izleyince anladım. Eylem’in olduğu sahnelere bayıldım, bu hafta onu göremeyince çok bozuldum, neyse ki 28’de tekrar ortaya çıkacakmış.
Karakterlerdeki değişim inanılmaz
Mesele şu ki, karşımızdaki tiplerin tuhaflıklarının altının çizildiği bir komedi de olsa, onlar fazla abartıldığında tadı kaçmaya başlıyor. Misal, ilk gördüğümüzde bayıldığımız, çünkü gerçekten benzerlerine sıkça rastladığımız Nurhayat (Gupse Özay), gittikçe çıngır çıngır bağırmasından ne konuştuğunu tam anlayamadığımız bir karikatüre dönüşmeye başladı. Bu sadece benim fikrim değil, sorduğum pek çok Nurhayat fanı da aynı dertten muzdarip. Aynı şekilde, izlemeye doyamadığım Çağatay da
Bu yılki Altın Portakal’da izlediğimiz filmler, artık iyiden iyiye birer erkekler galerisi gibiydi. 10 yarışma filminden 8’inin ilk film olduğunu göz önüne alırsak, öyle anlaşılıyor ki yeni yetişen yönetmen ve senaristlemizin dünyasında kadınlara yer yok. Atıf Yılmaz’ı özlemle anmamak elde değil
Kadınların hikayesi yok mudur? Hele hele kadın olarak var olmanın başlı başına zorlu bir macera olduğu bir ülkede... İşini seçerken, eşini seçerken, yalnızken ya da bir aile kurmuşken, hayatının her adımında mücadele vermek zorunda olan kadınların ülkesinde, kadınların anlatılmaya değer hikayeleri yok mudur?
Bu soru zaten sık sık kafamı kurcalar da, bu yılki Altın Portakal’da izlediğimiz filmler, artık iyiden iyiye birer erkekler galerisi gibiydi. Öyle ki, En İyi Kadın Oyuncu ödülünün zaten ancak iki, çok zorlarsanız üç adayı vardı. Performansları değerlendirerek söylemiyorum, öyle bir rol yoktu. Birçok filmde kadınlar şöyle bir arkadan görünüp geçiyorlardı, o kadar.
Yani başrol olmadığı gibi doğru düzgün yardımcı rol de yoktu kadınlar için. 10 yarışma filminden 8’inin ilk film olduğunu göz önüne alırsak, öyle anlaşılıyor ki yeni yetişen yönetmen ve senaristlemizin dünyasında
Antalyalılar bu festivali çok sahipleniyorlar. Sıkı bir şekilde filmleri takip edip, hayatı buna göre düzenleyip, söyleşileri asla kaçırmayıp orada yönetmenle, oyuncularla kıran kırana tartışmak, kastettiğim. Antalya izleyicisi performansıyla büyük ödülü hak ediyor
Bir Altın Portakal’ın daha sonuna yaklaşıyoruz, ilk iki gün dışında hayli sakin, gürültüsüz patırtısız... Dün Atilla Dorsay’ın Sabah’tan Göksel Yapar’a detaylarıyla anlattığı gibi organizasyondaki hatırı sayılır ‘amatörlükler’ bir yana, halkla buluşmayı da hakkıyla yerine getiren bir festival oldu.
Beni sahiden Altın Portakal’da en çok bu etkiliyor. Antalyalılar bu festivali çok sahipleniyorlar. Kortejin yolunu gözleyip Yeşilçam yıldızlarına el sallamaktan söz etmiyorum. Sıkı bir şekilde filmleri takip edip, hayatı buna göre düzenleyip, gösterim sonrasındaki söyleşileri asla kaçırmayıp orada yönetmenle, oyuncularla kıran kırana tartışmak, kastettiğim. Ayrıca bu tip etkinliklerde alışık olduğumuz üzere sadece gençler değil yaşı hayli ileri izleyiciler de canla başla katılıyor gösterimlere, söyleşilere. Hani bu kültür-sanat işleri bir gençlik meşgalesidir ya ‘büyüklerin dünyasından’ bakınca... Boş vakti olanın
Altın Portakal’da bu sene gündem çok hızlı değişiyor. Hülya Avşar’ın jüri başkanlığıyla açılan konu, Ömür Gedik’in solist performansıyla devam ederken, araya ‘Derin Düşün-ce’ filminin ‘çocuk pornosu’ olup olmadığı tartışmaları da karışıyor
Bu yılki Altın Portakal’ın magazin gündemini bolca meşgul edeceği Hülya Avşar’ın jüri başkanlığı açıklandığından beri belliydi. Ama herhalde Ömür Gedik’in ondan rol çalacağı pek tahmin edilemezdi. Açılış gecesinden beri baş mevzu, Hürriyet yazarı Gedik’in konseri. Sosyal medya ve gazeteler unutsa bile, Antalya’da hâlâ iki kişi bir araya geldiğinde, “Neydi o konser?” konusu açılıyor...
Ömür Gedik dün sorunun NTV’nin ses düzeninde olduğunu, kendi programında bütün şarkılardan bölümler yayınlayarak işin aslını ele güne göstereceğini duyurmuş. Töreni salondan izleyenlerin durumunu hesaba katınca, sanki bu konuyu deşeceği yerde kapatsa daha iyi olurmuş gibi görünüyor. Çünkü ortalıkta hâlâ “Antalya Antalya olalı böyle zulüm görmedi” cümleleri dolanmakta...
“-İdi” demek daha doğru... Çünkü ikinci gün, bu konunun pabucunu dama atacak bir gelişme yaşandı. Yarışma filmlerinden ‘Derin
Düşün-ce’ izleyenleri bunalıma sürüklerken, jüriyi de
Bu hafta gösterime giren ‘Aşk Yeniden/Hope Strings’, gerçek bir hayal kırıklığı. Senaryonun bu derece klişesini Merly Streep nasıl ve neden kabul etmiş, anlamak mümkün değil
Epeyce bir zaman, sadece adı iyi -en azından ortalamanın üzerinde- bir film izleyeceğimin kanıtıydı benim için. Gençliğinde uzak durduğu romantik komedi sularında yüzdüğü ‘It’s Complicated’a bile razı olmuştum çocukluğumdan beri sevdiğim Meryl Streep’in uğruna, ki o da pek yenir yutulur cinsten değildi. Ama bu hafta gösterime giren ‘Aşk Yeniden/Hope Springs’, gerçek bir hayal kırıklığı. Senaryonun bu derece klişesini nasıl ve neden kabul etmiş, anlamak mümkün değil.
Özetlerken bile sıkılıyor insan: Kay ile Arnold (Tommy Lee Jones) 31 senelik evliler ve aslında aynı evde iki yabancı olarak hayatlarını geçiriyorlar. Değil birbirlerine dokunmak, aynı odada bile uyumuyorlar. Sonunda Kay’in canına tak ediyor ve Maine’de bir haftalık yoğunlaştırılmış evlilik terapisine rezervasyon yaptırıyor. Kendisiyle homurdanmaktan başka bir iletişim kurmayan kocasına da resti çekiyor. Neticede geçinmeye gönlü olmayan Arnold’la aşklarının ilk günlerine dönme umuduyla dolu Kay uçağa atlayıp terapistin (O da komedi