Son dönemde sosyal medyada ürkütücü bir kadın tipi türedi. Ağızlarından köpükler saçarak ‘En iyi Kürt ölü Kürt’tür’ savını destekliyor ya da filanca takımı nasıl hangi stadyuma gömeceklerini anlatıyorlar. Kadınlar da bu nefret söyleminin bayraktarı olduysa toptan yanmışız demektir
Önce sinirlenmeye hazır başladım okumaya... Bir kadın olarak kadınları koruyup kollama dürtüsüyle. ‘Sıradanlaşan kötülük ve kadınlar’dı Haşmet Babaoğlu’nun yazısının başlığı. Biz Türk medyasında “Kadınlar çiçektir, melektir, hayatımızın süsü, başımızın tacıdır” ikiyüzlü söylemine alışık olduğumuz için şaşırarak devam ettim okumaya. Ve kısa bir süre önce yakın bir arkadaşımla konuştuğumuz noktaya varınca de hak vererek sustum.
‘Orta sınıfın haset, nisbet, rekabet cephesinde bütün enerjileriyle saf tutan kadınlardan’ söz ediyordu. Yoksul komşusuna zenginliğini anlatarak, kendi çocuğuna prens muamelesi yapıp başkasınınkini itip kakarak, beni en çok etkileyen cümlelerinden biriyle “Kendi mutsuzluğunu ya ağır ahlakçılık ya da pespaye bir eğlence düşkünlüğüyle örtmeye çalışırken çevresindekilerin hayatını dedikoducu bir bıçakla deşip durarak” ortalığa nefret saçan kadınlardan.
Faşist nefret söylemi
Çocuk gelinleri anlatmış son filmi ‘Lal Gece’de Reis Çelik. Kendi adıma bir izleyici olarak, o kızla başbaşa kaldığım ilk 10 dakika kadar ağırlığı altında ezilmemiştim bu konunun hiç
Çok dokunaklı, çok incelikli anlatılıyor her şey. O kırmızı duvağın altında yüzünü görmediğiniz kız çocuğunun pıtpıt atan yüreğini hissediyorsunuz attığı her adımda. Eline kınalar yakılırken, küçücük bileklerine altınlar takılırken, türküler söylenirken, adamlar oynar, eğlenirken... Bütün bu şenlik havasındaki sakaleti olanca çıplıklığıyla yansıtıyor kamera. Bilmeseniz de ‘gelin hanımın’ aslında bir oyun çocuğu olduğunu, içinizden anlıyorsunuz, yolunda gitmeyen bir şeyler var.
Anası ‘gerdek odasına’ sokup öğütler verirken kızına, duvarlar onunla beraber sizin de üzerinize üzerinize geliyor. Kapıyı açıp koşarak kaçsın istiyorsunuz. Duvağın altından bir damla yaş damlıyor eline, “Ağlama” oluyor aldığı teselli armağanı; “Burası senin yuvan artık, gelinlikle girdin, kefenle çıkarsın ancak.”
Bütün bunlar ancak oyun olabilir
Sonra kalıyoruz başbaşa gelin kızla. Hani çocukluğumuzda oynadığımız ‘gelin bebekler’ gibi bir şey, küçücük. Üzerindeki her şey büyük geliyor, küçük parmaklarıyla
Tiyatro sezonunu can sıkıntısıyla, sinir harpleriyle, belirsizliklerle kapattık, yeni umutlarla açmak istiyor insan. Daha bir ay kadar varsa da umut ederek beklemek... Ben bugünlük DOT’tan haberler vermek istiyorum, çünkü peş peşe perde açacak dört yeni oyunla başlıbaşına yeri hak ediyorlar
SARI AY: Eylülde başlayacak ilk oyun, geçen seneden beri provaları süren ‘Sarı Ay’. İskoçyalı yazar David Grieg’in yazdığı oyun, “Çağdaş bir Bonnie ve Clyde masalı” diye tanımlanıyor. Kahramanlarımız Lee Macalinden ile Leila Suleiman. 17 yaşındaki Lee’nin babası o 5 yaşındayken çekip gitmiş, Lee alkolik annesi ve onun erkek arkadaşı Billy’yle yaşıyor. Leila da magazin dergilerine meraklı, sessiz bir kız. Bu iki yalnız çocuk bir akşam süpermarkette tanışıyorlar ve kısa sürede başlarını belaya sokup kaçmaya başlıyorlar. DOT’un kendi içinden genç yönetmenler çıkarmasının son örneği olarak Pınar Töre tarafından sahneye konan oyunda, geçen yıl ‘Öksüzler’de bir arada izlemeye bayıldığımız Gizen Erdem’le İbrahim Selim’in yanı sıra, Kaan Turgut ve Su Olgaç rol alıyor.
ALTIN EJDERHA: Roland Schimmelpfennig’in önceki yıl Almanya’da Theater Heute dergisi tarafından ‘yılın oyunu’ seçilen metni...
Hiç alışık olmadığım bir durumla karşılaştım dün: Bir şeye karşı çıkmak için imza attığım bir dilekçe sonuç verdi! Ne tuhaf bir duyguymuş, insan sevinsin mi endişelensin mi bilemiyor. Hani şu Medina Turgul DDB imzalı nefis Lig TV reklamlarındaki şampiyon olunca ne yapılacağını bilemeyen Bursaspor taraftarı gibi
Aylardır destekçisi olduğum Greenpeace’den gelen haberlerle takip ediyordum ‘Yemezler’ kampanyasını. Türkiye Gıda ve İçecek Sanayii Dernekleri Federasyonu’nun (TGDF) 29 genetiği değiştirilmiş organizmalı (GDO) ürünün ithalatı için yaptığı başvurunun geri çekilmesini istiyordu kampanya... “Yemezler” diyerek. “Öyle bir yerler ki” diyordum içimden ben de... Radyasyonlu çayı da afiyetle içerler, GDO’lu mısırları çanak çanak satın alır yerler, daha etli olsun diye antibiyotikle büyütülen tavukları da tüketirler... Yerler, çekinmezler.
Fakat Greenpeace’e helal olsun, öyle ısrarlı ve kararlı oldular ki, iş sonunda TGDF’nin başvurusunu geri çekmesiyle sonuçlandı. Çünkü Greenpeace’in yaptığı anket, halkın yüzde 80’inin GDO konusunda hassas olduğunu, ürünlerinde bu hammaddeleri kullanan markaları satın almaktan vazgeçeceğini gösteriyordu.
Türkiye’de ‘muktedir’lerin buna
Bir kenara saklayıp çeşitli vesilelerle döne döne okuduğum bir Yıldırım Türker yazısıdır, ‘Can Sevinci’. Sizinle paylaşmak istedim
Yıldırım Türker’in Radikal’den ayrıldığını-ayrılmak zorunda kaldığını duymak, zamanda bir yolculuğa çıkardı beni. Radikal’in çıktığı 1996 yılına döndüm. Bu mesleğe dair çok şey öğrendiğim hocam Tuğrul Eryılmaz’la, Sevin Okyay’la, Güldal Kızıldemir’le çalıştığım o mutlu günlere... Bir ekten çok daha fazlası olan Radikal İki’nin nasıl heyecanla hazırlandığını gördükten sonra pek az yer beni o derece mutlu etti, yalan söyleyemem. İlk günlerin tazeliği yakalanmıyor bir daha.
Sonra Yıldırım Türker’i tanıdım o çatıda. Radikal İki’de çalışmak demek, aynı zamanda onun yazılarını her hafta ilk okuyan olmak demekti. Tek başına bir gazeteyi okunur kılma gücüne sahip bir kalemden söz ediyorum. Sadece ben etmiyorum, dün sosyal medyada neredeyse herkes bundan söz ediyordu. Kızgınlıkla, yılgınlıkla, umutsuzlukla...
Ben döndüm, bir kenara saklayıp çeşitli vesilelerle döne döne okuduğum Yıldırım Türker yazılarından birine sığındım... ‘Can Sevinci’dir başlığı. “Bir canlı yavrusunun, sadece yaşıyor olduğu için; ağaçların, hayvanların, rüzgârların, kayaların,
Tahtalara vurup ödüm patlayarak, ‘şeytan kulağına kurşun’ atarak soruyorum bu soruyu... Doğasına, havasına, suyuna hiç acımayan insanın yok ediciliğinden korkarak
Bodrum’un bozulmamakta direnen balıkçı köyü Gümüşlük’e ‘ünlü akını’ günden güne artıyor. Buna paralel olarak da fiyatlar... Elbette ki hizmet kalitesi filan değil, sadece fiyatlar. Geliyorsunuz, meşhurlarla aynı havayı soluyorsunuz, tabii ki bir servet ödeyeceksiniz, karşılığında başka ne isteyebilirsiniz ki? Nitekim, bu yıl gördüm ki, Cihangir’de olduğu gibi ya da Türkbükü’nde, veya Alaçatı’da, Gümüşlük esnafı da, zaten kısa olan sezonda minimum hizmeti maksimum fiyata sunmayı öğrenmiş durumda. Herhangi bir balık lokantasından, özellikle de çarşı içinde sıralananlardan adam başı 150’den aşağı çıkma ihtimaliniz yok. Istakoz yiyerek filan değil, mütevazı bir mönüden söz ediyorum.
Kumsal boyunca sıralanan mekanlardan birindeyseniz, biraz daha makul paralar ödemeniz mümkün ama bu kez de muhtemelen garson arkadaşlar tarafından da hırpalanacaksınız. Çünkü yaygın olan gündüz ‘beach’, gece restoran sistemi, sabahın köründen gece yarısına kadar üç kuruşa çalıştırılıp hayatından bezdirilen, doğal olarak da orada tatil
Geçen gün başımdan -başımızdan- geçen bir olay, öyle saçma yerlere geldi ki, bu yazıyı yazmak zorunda kaldım. Gazeteci arkadaşım Elif Ilgaz’la öğle yemeği için Trump Towers’a gittik, Midpoint’te oturduk. Kahvelere geçtiğimiz sırada, girişten bağırış çağırış, sayma sövme sesi gelmeye başladı
Bunalanı, daralanı, bunda haklı olanı bol memleketimizde alışık olmadığımız şey değil, birinin “Yandım Allah” diye kendini yola atıp, gelişine gidişine saydırması. O yüzden ne şaşırdık, ne de tedirgin olduk başta. Sonra baktık, adamın kucağı kaldırım taşlarıyla dolu. Sonra anlayacağız, oradaki metro inşaatından toplanmış taşlar. İki kişi daha izliyor onu. Ve bağıra çağıra kafenin önünden geçip hepimize, ona bakana, bakmayana, burada söyleyemeyeceğim anneli küfürlerini sıralarken, elindeki taşı Trump’ın önündeki panolardan birine vurup “Yezid’in oğulları”na bağladı lafı bir tanesi: “Oruç tutun oruç!”
Biz yerlerimizden kalkıp iç taraflara geçtik, güvenlik görevlileri adamları uzaklaştırdı ve biz herkesin yediğini içtiğini tweet’leyip durduğu sosyal medyada, bu yaşananı en yorumsuz haliyle aktardık. Böyle bir durumda her normal insanın olacağı kadar tedirgin olduğumuz halde, “Aman
‘Büyük Ustalar’ sergisi, size orijinal bir eser sunmuyor ama bu üç büyük isim; Leonardo da Vinci, Raphael ve Michelangelo’nun sanatlarına, hayatlarına dair epeyce bilgi sahibi olmanızı sağlıyor. Müjdeli haber, sergi ağustosa kadar uzatılmış
‘Büyük Ustalar’ sergisine gittim nihayet. Önce iyi bir haber: Ağustos sonuna kadar uzatılmış. Yurt dışında bir şehre gittiğinde ilk iş hangi müzede hangi sergi var konusunun peşine düşüp benim gibi burnunun dibindekini ihmal edenlere duyurulur. Sonra kimdir bu ‘Büyük Ustalar’ meselesine gelelim. Üçü de 16’ncı yüzyılda yaşamış üç büyük ressam: Leonardo da Vinci, Raphael ve Michelangelo. Museo Ideale Leoanardo Da Vinci, Arter Tasarım ve Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi işbirliğiyle düzenlenen sergi, size orijinal bir eser sunmuyor ama bu üç büyük ismin sanatlarına, hayatlarına dair epeyce bilgi sahibi olmanızı sağlıyor.
Zihin açıcı bir deneyim
Bir kere Leonardo’nun sayılamayacak kadar çok titri olduğunu (anatomi, botanik, zooloji, jeoloji, optik, mimarlık, müzisyenlik ilgi alanlarından birkaçı), inanılmaz savaş silahları tasarladığını (Kendisi vejetaryen ve pasifistmiş, içindeki bütün vahşet duygusunu tasarımlarına