Tiyatro meraklıları için Londra’nın kutsal topraklar olduğu kesin. İmkânın varsa sırf oyun izlemek bu şehre gitmek gayet anlaşılır bir seyahat sebebi. Mesela Sigourney Weaver’ın ilk West End çıkarması olan Shakespeare’in “Fırtına”sı geçen hafta Drury Lane’de perde açtı, 1 Şubat’a kadar da devam ediyor. Yönetmen Jamie Lloyd’un rejisiyle / onun topluluğunda. 10 Şubat’ta da sahnede aynı yönetmenin “Kuru Gürültü”sü başlıyor. Burada oyunların ömrü genelde kısa ve yoğun, bizimkiler gibi ayda iki kere değil her gün oynayıp hızla bitiriyorlar.
Müziklerini Elton John’un yaptığı “Devil Wears Prada” müzikali sezonun yenilerinden. “Emily in Paris”in yıldızı Lily Collins ile “La Casa de Papel”den Alvaro Morte’yi bir araya getiren “Barcelona” da öyle. Geçen senenin prodüksiyonu “Arzu Tramvayı”, 3 Şubat’ta üç haftalığına Noel Coward Theater’a dönüyor. Stanley’de Paul Mescal’i izliyor olacak Londra’da
Son derece mutlu görünen bir çift. Adam belli ki karısına çok âşık, ona sürekli ‘minik kuşum’, ‘bülbülüm’ gibi tatlı hitaplarla sesleniyor, her şeyiyle ilgileniyor, kostüm partisine ne giyeceğine kadar. Bir kocadan başka ne istenebilir? Karısının ‘gerçekten’ hayatta ne istediğiyle ilgilenmesi, onu anlaması belki?
Onu ‘el bebek gül bebek’ büyüten babasının evinden doğrudan kocasının evine gelen, sekiz sene boyunca bu oyuncak evde kocasının zevklerini benimseyip onlara göre yaşayan, korunup kollanan, kendi ‘aklı yetmediği’ için kocası tarafından doğru tarafa yönlendirilen Nora sekiz senede bir ‘hata’ yapıyor. Kocasının sağlığı için gizlice sahte imzayla borç alıyor ve bu bir gün ayağına dolanıyor. Yalanlar sarmalından yeni yalanlarla kurtulmaya çalışırken sonunda kendi hayatının ne kadar yalan olduğuyla yüzleşmek zorunda kalıyor. Ve ondan beklenmeyeni yağarak kapıyı çarpıp çıkıyor.
Tiyatro tarihinin en meşhur kadın karakterlerinden biri olan Nora’yı Henrik Ibsen yazar
“Çocukluk sarhoşluk gibidir,” diyor Grace’in babası, “Herkes ne yaptığını hatırlar, sen hariç”. Oysa Grace için çocukluğu çok net. Ve ona göre hayatının hatırlanmaya değer tek bölümü. Annesinin karnında, ikiz kardeşi Gilbert ile yan yana oldukları zamandan itibaren hem de. Gözlerden uzak, kapalı bir yerde olma, gizlenme, korunma, bunlar onun için cennetin diğer adı. Bir salyangoz gibi kabuğunun içinde yaşayacak mümkün olsa.
Hayatın pek cömert davrandığı biri değil Grace. Annesi onları doğururken ölmüş, babaları alkolik ve felçli. Buna rağmen bardağın dolu tarafını gören, umutlu bir çocuk. Hayalleri var, büyüyecek, animasyon yönetmeni olacak. Odasında oyuncak salyangozlar biriktiriyor, onları arkadaşı kabul ediyor. Hiçbir zaman onu terk etmeyecek, kalbini kırmayacak ya da ölmeyecek arkadaşlar.
Fakat korunaklı hayatı babalarının ölümü ve iki kardeşin ayrı eyaletlerde iki aileye verilmesiyle alt üst oluyor. Artık hayatın zorluklarıyla tek başına mücadele etmek zorunda. Salyangozlar
İnsana lunaparkta koşturma duygusu veren bir albüm dinleme deneyimi yaşatıyor bir süredir, “Mücevher” bana. Cem Adrian’ın 20. yıl albümü. Hani dönme dolaba binersiniz aklınız balerinde kalır, gondoldayken çarpışan otomobiller için jetonunuz cebinizdedir, aynı anda hepsinde birden olmak istersiniz, nasıl yetişeceksiniz bilemezsiniz. Ya da ben öyleyim en azından. Olamaz, Zuhal Olcay “Siyah Beyaz”ı söylüyor derken gözüm “Hani Bazen”in Melis Sökmen yorumuna takılıyor, onu dinlerken Fatih Erkoç ve Kerem Görsev’in “İlk ve Son Kez”ine aklım gidiyor, Birsen Tezer’in “Bükülüyor Zaman”ını, Hüsnü Arkan’ın “Yalnız Adam”ını merak ediyorum. Aaa Murat Yılmazyıldırım da var. Seyyal Taner var “Salvatore”yi söyleyen… Ya da Meltem Taşkıran ile Sami Ertan Kızıltan, “Beni Hatırladın mı?” diyen. Ne kadar iyi anlatamam. Böyle telaşlı ve heyecanlı bir dinleyiş hali.
Başta Hürriyet’ten Sinem Vural’ın albümün basın toplantısında sorduğu
Söylenişinden, kulağınıza gelişinden ya da anlamından ötürü iltimas geçtiğiniz sözcükler vardır hayatta. Duyunca hoşunuza gider, kullanmayı ayrı bir seversiniz. Belki de sıkıldıkça hatırlayıp tekerleme gibi tekrarlamak için ezberleyip biriktirirsiniz. Baturgan öyle yapıyor. Sıkıldığında ‘alıp başını’ bir yere gidemiyor çünkü. Sığındığı liman, onu huzurlu olduğu, neşelendiği, kahkahayla güldüğü anlara döndürecek pusula, sözcükler. Onu ikiziyle aynı şeye güldüğü son sefere götüren “hokkabaz” sözcüğü gibi mesela.
Baturgan, Çağan Irmak’ın “Ayrılış” romanının kapağını kapattığında okurun kalbinde, zihninde kalan iyiliğin, saflığın, sevginin adı. Karşısında, hatta yanı başında ise kötülük var. Doğuştan kötülük. Onun adı da Batuhan. Baturgan ile Batuhan yapışık ikizler. Arka kapakta yazdığı gibi “yarım ayın bir tarafı karanlıkta, bir tarafı aydınlıkta kalan hali gibiler”.
Bir tanesi yan yana olmaktan mutlu, tek derdi herkesin onları olduğu gibi kabul edip
Türkiye’nin kadınlardan oluşan ilk kadın müzik grubunu hangisidir? Bu sorunun cevabı çoğumuz için “Volvox” olsa gerek. 1988 yılında Şebnem Ferah tarafından kurulmuştur. Bir Vikipedia bilgisi.
Oysa ondan tam 20 yıl önce, 1968 yılında Ankara’da beş lise öğrencisi genç kız bir araya gelip Eroğlu Kızlar Orkestrası adıyla sahnelerin tozunu attırmaya başlamıştı. Cumhur Canbazoğlu’nun sinemamuzik.com sitesi sayesinde hemen 1973 Hey Dergisi’nden Taner Dedeoğlu’nun satırlarına ulaşabiliyoruz, şöyle anlatıyor grubu: “Havva Anamızın müzisyen torunları şimdi de Türkiye’nin Ankara’sında erkeklere kök söktürüyor. Türk pop müzik dünyasına çoğunlukla erkek müzisyenlerin hâkim olduğu şu günlerde, ellerinde son derece kaliteli enstrümanlarıyla beş Türk genç kızı müzik dünyasında bir atılım yapabilmek için çalışıyorlar”.
35. Ankara Film Festivali’nin ‘Ankara hikâyesini bekliyor’ temalı yarışmasında VEKAM Özel Ödülü’nün sahibi olan
Daha jeneriği izlerken bir heyecana kapılıyor insan: “Yazan: Hasan Cemil / Yapan: Ertuğrul Muhsin / Besteliyen: Cemal Reşit / Çekenler: Cezmi ve Remzi / Dekorları Kuran: Edip / Ses Mühendisi: W. Morhenn / Oynıyanlar: Behzat, İ. Galip, Hazım, Mahmut, Feriha Tefik, Cahide, Nafia, Naciye”. O sıralar soyadı kullanılmadığı için sadece isimleriyle anılan ve bugün de hâlâ isimleriyle yaşayan yıldızlar sıra sıra. Ve bir not: “Müzik parçalarını konservatuvar orkestrası çalmıştır”.
Önce bir itiraf; 1934 yılında çekilen ve sadece ‘ilk köy filmimiz’ olmakla kalmayıp pek çok ilki barındıran “Aysel, Bataklı Damın Kızı”, adını tabii ki hep duyduğum ama oturup baştan sona izlemediğim bir filmdi. Kadıköy Belediyesi Sinematek / Sinema Evi, sinema alanındaki hizmetlerine bir yenisini ekleyerek eski Türk filmlerinin restorasyonuna başlamasaydı herhalde izleyemeyecektim de (YouTube’daki kayıtları saymıyorum). Sinematek geçen yıl Kurukahveci Mehmet Efendi sponsorluğunda “Hakkâri’de Bir Mevsim”i restore edilmiş hâliyle
Bir kadının hayatı nerede başlar? Bunun her kadın için cevabı aynı değil kuşkusuz. Kimisinin, eğer şanslıysa, doğarken başlar, çünkü onu kanatlarını kırmadan büyüten, kendi yolunu çizmesine olanak ve alan tanıyan bir ailesi vardır. Kimisi anne babasının yarım kalan hayallerini tamamlamak gibi bir görevle gelmiştir dünyaya. Buna toplumun kuralları ve bir kadından beklentileri eklenir çoğu zaman ve baba evinden çıkıp koca evinde devam eder hayatı. ‘Başkalarının’ hayatı. Kocasının karısıdır, çocuklarının anasıdır, kendisinin aslında kim olduğunu kendi bile unutur. Bazen kendisiyle kocasının kaybıyla tanışır. Sultan gibi.
“Mukadderat” filminin Sultanı, Kastamonu Cide’de yaşayan, 70 yaşına merdiven dayamış bir kadın. Her gece endişeyle hasta kocasının nefesini dinliyor, yalnız kalmak en büyük korkusu ve başına geliyor sonunda. Cenazenin ertesi günü çocukları kahvaltı masasında bağ bahçe hesabı yaparken “Ben evlenmek istiyorum” deyiveriyor, “yalnız yatamam koca yatakta”. Ve kıyamet kopuyor tahmin edileceği gibi. Karısı