Antalya’da alıştıklarımızdan farklı bir Altın Portakal’ın ortasına gelmiş durumdayız. Geçen yıl 60. festival iptal edilmişti hatırlanacağı gibi. Bu yıl festival yeni yönetimiyle 60. yıl gibi ama aslında değil gibi, “Hikâyemiz birlikte / ‘Biz’ varız bu filmin içinde” gibi bir sloganla yeni bir yol çizmeye gayret ediyor. Gördüğüm kadarıyla etrafta kaçıncı festival olduğuna dair bir ibare yok, biraz yara almış bir 60 diyebiliriz belki.
Tabii ki en çok Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması’nın konuşulduğu bir festival bu da, her zaman olduğu gibi. Kısa Film ve Belgesel yarışmalarının gösterimlerinin de kolay yakalanabilecek saatlere konup iki kere tekrarlanmaları isabetli olmuş. Ama işte hâlâ başrol uzun metrajların. Her gün saat 16.30 ve 19.00 seanslarında bir uzun metrajlı yarışma filmi ekip katılımlı gösterimiyle gala yapıyor ve o güne damgasını vuruyor. İlk iki gün gösterilen fimlerden Necmi Sancak’ın yönettiği, Binnur Kaya’nın başrolünü oynadığı “Ayşe”nin ve senaryosunu Erdi Işık’ın yazdığı,
Masal olabilirlerdi aslında. “Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde” diye başlayabilir, masal bu ya, peri padişahının beyaz atı kaçıp dağ köylerinden birinde yaşayan Ahmet’in bahçesine girebilir, Ahmet atı alıkoyabilir, padişah dört yana haber salabilir, atını alıkoyanın kellesini isteyebilir, ancak güzeller güzeli kızının gönlü Ahmet’e kaydığı için katı kalbi yumuşayabilir, iki âşık engelleri aşıp kavuşabilirdi pekala. Onlar beyaz ata beraber binerek muratlarına ermiş biz kerevetine çıkmış olabilirdik.
Ama Gülbahar (Yeliz Şatıroğlu) ile Ahmet (Cihan Kurtaran) masalın değil Yaşar Kemal’in 1970’te yayımlanan “Ağrı Dağı Efsanesi”nin talihsiz âşıkları. Gülbahar’ın babası zalim mi zalim Mahmut Han (Hakan Örge). Ahmet’in canını almaya kararlı, en sevdiği kızını zindana attıracak kadar şakası yok. Gelgelelim Gülbahar ile Ahmet’in aşkı dillere öyle bir destan olur ki Ağrı Dağı’nın eteklerinden Van gölünün kıyılarından kalabalıklar ayaklanıp saraya akın eder. Mahmut Han korkup
Bir Adana Altın Koza Film Festivali’ni daha geride bıraktık, henüz geride bırakamadığımız konu işin medyaya ve Adana dışındaki seyirciye yansıma şekli. Çünkü bu bir film festivali ve normal koşullarda Türkiye prömiyeri yapan filmlerden, çoğu ilk uzun metrajını çeken yönetmenlerden (ulusal uzun metraj yarışmasındaki 11 filmden sekizi), Türkiye sinemasına geleceğini umduğumuz taze kandan ve de ödüllerden söz ediyor olmalıydık. Daha ziyade Serenay Sarıkaya’dan ya da Mehmet Aslantuğ ile Levent Özdilek’in arasında bir soğukluk olup olmadığını konuşuyor olmamız maalesef sinemaya – sanata hayatımızda verdiğimiz yerle alakalı.
Adana’dan ödül gecesi üç kanala canlı yayın yapıldı ve o yayınlar orta yerde kesildi. Böylece ekran başındakiler sadece Özlem Gürses’in sunumunu, Adana Büyükşehir Belediye Başkanı Zeydan Karalar’ın konuşmasını ve ödül töreninin de küçük bir parçasını görebildi. Oysa belli ki bütün tören bu canlı yayınlara göre kurgulanmış, normalde gecenin
Haberi daha ben Adana’ya varmadan gelmişti, Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması’nda gösterilen filmlerden biri, dakikalarca ayakta alkışlanmıştı. Filmi görene kadar karşılaştığım neredeyse herkesten onu dinledim: “Hemme’yi gördün mü?” Ve sonunda Murat Fıratoğlu’nun ilk uzun metrajı “Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri”, 31. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali’nde büyük ödülün; en iyi film ödülünün sahibi oldu. Nadir rastlanır şekilde, seyirci – pek çok eleştirmen (Siyad Ödülü de ona gitti) ve jürinin üzerinde duygu birliğine vardığı bir film olarak. Bu halayla başlayıp halayla biten, ödülü verirken jüri başkanı Nuri Bilge Ceylan’a coşku dolu bir konuşma yaptıran filmin yönetmeni Murat Fıratoğlu, 1983 Siverek doğumlu bir avukat. Filminin hem senaristi hem yönetmeni hem yapımcısı hem de başrol oyuncusu. Çok küçük bütçeyle çekmiş filmi ve başka oyuncu bulamayacağını düşünmüş. Nuri Bilge Ceylan’ın
Bir süredir dillere pelesenk olan ‘kadın filmi’, ‘kadın hikâyesi’ gibi tanımlamalar fazla bir şey vadetmez oldu. İçinde daha fazla kadın dolaşıyor var diye o film kadın filmi olmuyor. O kadınlar gerçekten boyutlu karakterlere dönüşebiliyorsa hayatta gerçek bir dertleri, amaçları, istekleri, bunlar adına aldıkları kararlar, attıkları adımlar, verdikleri bir mücadele varsa anlamlı oluyor anlatılan hikâye. Ve seyirciye de gerçekten ulaşıyor, dokunuyor o zaman.
Seyir Derneği tarafından düzenlenen Ayvalık Uluslararası Film Festivali, beş (açılış filmi “Megalopolis” ile birlikte altı) günlük yoğun programını bitirip veda ederken geride bıraktığımız haftaya dönüp bakınca en çok konuşulan filmlerin hep o hiç de ‘sıra dışı’ olmayan kadın hikâyelerini anlatanlar olduğunu görüyorum. Bu festivalin en hoş yanlarından biri bence gerçekten film konuşulan bir festival olması. Yarışma yok, stres yok, kimse kimsenin rakibi değil, neden konuşulmasın?
Festival ekibi bu yıl kadın hikâyelerinin ağırlıkta olduğu
Eylül ayı iflah olmaz yaz severler için (mesela benim gibi) gelecek kışın habercisi, hafif hüzünlü bir ay olabiliyor. Neyse ki farklı farklı bölgelerde film festivalleriyle sanat mevsimi açılıyor da teselli buluyoruz. Sırasıyla Ayvalık (17-23 Eylül), Adana Altın Koza (23-29 Eylül), ardından da İstanbul (4-13 Ekim), Diyarbakır (10-13 Ekim), Ankara (17-20 Ekim) ve İzmir (24-27 Ekim) gösterimleri ile Filmekimi şenlendirecek perdeyi. 5-12 Ekim arasında Antalya’da geçen yıl 60. yaşında iptal edilme talihsizliğine uğrayan Altın Portakal, kasım’da ise başkentin 35 yıllık festivali Ankara Film Festivali olacak.
Seyir Derneği tarafından Ayvalık Belediyesi iş birliğiyle üçüncü kez düzenlenen Ayvalık Uluslararası Film Festivali dün başladı. Ayvalık festival şehri olmak için her özelliğe sahip bir yer. Ilıman bir havası, akşamları tatlı bir serinliği var. Evet, bir de festival logosuna ilham olan meşhur poyrazı var ama onun da şu gitgide nefes almayı zorlaştıran küresel ısınma ‘yeni normal’lerinde ilaç gibi geldiği kesin. Seyir Derneği,
1920’lerin başı, İstanbul’da bir tiyatro kumpanyası. “Onikinci Gece”yi sahneliyorlar, başrolde Eliza Binemeciyan. Türk ve Müslüman kadınlara tiyatronun yasak olduğu yıllar. Ama Darülbedayi’nin tiyatro kurslarına da ilk defa Müslüman kız öğrenciler alınmış, bunlardan biri de Afife. Eliza Hanım’ın temsile çıkamadığı bir gün şans yüzüne gülüyor, bütün oyunu ezbere bilen Afife kendisini sahnede buluyor. “Hem Müslüman hem Türk hem kadın. Cürete bak!”
Ailesi sırt çeviriyor, evden kovuluyor, polis tarafından fark edildiği anda da tutuklama emri çıkıyor hakkında. Afife, alkışlarla indiği ışıklı sahneden karanlık köşelere gizlenerek kaçmak zorunda kalıyor her gece. Sahne ile karakol arasında gidip gelen sahne hayatı, kumpanyaya gelen emirle sona eriyor.
Bugün ‘Sahneye çıkan ilk Müslüman Türk kadın’ olarak hepimizin bildiği Afife Jale’nin baskılarla, yasaklarla, tacizlerle, yok sayılmalarla geçen ömrü 39 yaşında Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları
Geçen hafta Etimesgut’ta ekim ayında gerçekleşecek uluslararası tiyatro festivalinden (KentFest) söz ederken “Bazı insanlar duramıyor” demiştim, Festivalin eş sanat yönetmenleri Övül Avkıran ve Mustafa Avkıran’dı kastettiklerim. Bu yazıda da bir başka ‘iyi ki’ duramayandandan söz etmek istiyorum; tanıdığım en heyecanlı hikâye anlatıcısı, inanma ve inandırma ustası Çağan Irmak’tan.
Ne kadar üretken bir senarist ve yönetmen olduğunu yıllardır biliyoruz. Bir düş kurup onun peşinden gitmek, onu on beş sene sonra da olsa gerçekleştirmek konusunda da ondan öğrenilecek çok şey olduğunu en son dijital platform dizisi “Yaratılan”da gördük. Sen ergenlik çağında Mary Shelly’nin “Frankestein”ını okuyup çarpıl, yılar sonra onu serbest bir uyarlama olarak Osmanlı’nın son dönemine taşı. Elbette kimseyi ikna edeme, ne alakası var, biz sevmeyiz öyle özgün şeyler yapmayı. Nitekim yıllarca hiçbir yapımcı bunu göze alamasın ama sen vazgeçmeden zamanını bekle. Günün