Gençlik ve Spor Genel Müdürü Yunus Akgül, 11 dalda yarışların düzenleneceği 25. Üniversite Kış Oyunları için sadece tesise yatırılan parayı açıklıyor: 500 milyon Türk Lirası...
Rakamın büyüklüğünü daha iyi anlatmak üzere eskiye dönelim: Tam 500 trilyon!
Bu, Cumhuriyet tarihinde Erzurum’a bir defada yapılan en büyük devlet yatırımı...
Bir yıl önce inşaatına başlanıp akıl almaz biçimde yarışlara hazırlanan tesisler, 2011’in ilk uluslararası etkinliğine sahne olacak. Üniversite Kış Oyunları’na...
Kayak krostan biathlona, kayakla atlamadan buz hokeyine, snow board’dan curling’e kadar...
Halide Edip Adıvar, Kurtuluş Savaşı’nı “Türk’ün ateşle imtihanı” diye romanlaştırmıştı.
Erzurum, 2011 “Türk’ün karla imtihanı” olarak tarihe yazılacak.
Bir bebek olarak karşılar, ak sakallı yorgun bir ihtiyar gibi uğurlarız. Yıl sonu ve yılbaşının klasik görüntüleridir bunlar.
Aslında insanoğludur yorulup yaşlanan... Hiç de yorgun değildir yıllar.
2010’u uğurlarken, dost elimi uzatmak ve ona teşekkür etmek istiyorum.
Spor alanlarında gerçekten özlediğimiz mutlulukları yaşattı bize... Çoğu da ilkti... Daha önce hayalini kurduğumuz, özlediğimiz başarılardı.
Basketbol Dünya Şampiyonası örneğin...
2006’da Japonya’daki şampiyonaya “wild card”la eleme organizasyonu dışında FIBA tarafından davet edilerek katılan Milli Takım, NBA yıldızları Hidayet Türkoğlu ve Mehmet Okur’dan yoksun kadrosuyla 6. olmuştu. O turnuvada İbrahim Kutluay ve arkadaşlarının (özellikle Fatih Solak’ın) dayanışmasını mücadelesini hâlâ heyecanla anımsarım. 2010’de ev sahibi olarak üstüne koydu Milli Takım. Beklediğimiz başarı- ne yalan söyleyeyim çeyrek finaldi. Fazlasını yaptılar ve yaşattılar. Hido ve arkadaşlarının “12 Dev Adam” kimliği ile bize verdiği final gururu ve keyfi, ülkede hak ettiği biçimde bir bayram gibi kutlandı. Yan etkileri de oldu bu başarının. NBA’de Fransa’dan sonra en çok oyuncusu bulunan (5) ikinci ülke Türkiye. Kulüp takımlarımız da
O sadece hastalandığı için sayfalarda yer bulan, herhangi bir eski futbolcu değil. Milliyet’in usta yazarı Attila Gökçe yazıyor: “Dört gün önce 85 yaşını geride bırakan ‘Ordinaryüs’ lakaplı Lefter Küçükandonyadis bu ülkenin yetiştirdiği en büyük iki futbolcudan biriydi”
Atina, 23 Nisan 1948... İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, dünya normalleşmeye başlar, ülkeler sportif temaslarla barışın tadını çıkarmaya koyulur... Yunanistan-Türkiye futbol maçı da bizim Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı kutlamalarında günün en önemli etkinliğidir.
Yunan seyirciler takımlarını ateşli sloganlarla desteklerken, konuk takıma da saydırırlar! Futbolcularımız arasında en çok iltifata (!) hedef olan da 23 yaşında, ele avuca sığmaz delikanlıdır... Her iki ayağıyla inanılmaz vuruşlar yapar, akıl almaz çalımlar atar.
Türk Milli Takımı maçı 3-1 kazanır... İkinci golü o delikanlı atmıştır, adı Lefter Küçükandonyadis’dir.
Büyükadalı Rum bir balıkçının oğludur Lefter... Baba, evi geçindirmek için evden çok sandalında yatar.
Lefter’in ilk oyuncağı, Ada’daki faytonların geçtiği dar sokaklarda çocuklarla oynadığı futbol topudur.
Ayhan Bermek arıyordu, “Vebalden kurtulmak için arıyorum. Vaktin var mı?” dedi...
Konuşan Ayhan Bermek ise her zaman dinlemeye vaktim olurdu.
“- Ankaragücü meselesi yılın en vahim olayıdır!”
“- Melih Gökçek vebal altında eziliyor.”
“- Kulüpler Birliği ne yapar? Sadece menfaat peşindeler. Ankaragücü dağılsın, hükmen galibiyetler gelsin diye bekliyorlar. Oysa yönetici vebal değil, sorumluluk altındadır. Yönetici sorunu öngörecek, çözecek. Hayır, hiçbir gayretleri yok. Kulüpler Birliği, 98 oyla federasyonda seçimi kontrol ediyor. Yıllarca o birliği yok sayan, toplantılara katılmayan Aziz Yıldırım, rahmetli Özhan Canaydın’dan görevi devraldıktan sonra bakıyorum, oradan hiç çıkmıyor. Ama Ankaragücü sorunuyla ilgilendiklerini de göremiyorum.”
Ayhan Bermek, şeffaf ve adil yönetim ilkesiyle yola çıktı, iki kez federasyon başkanlığına aday oldu... Sonradan rahmetli Hasan Doğan’ın seçim kulislerinden öğreniyoruz ki “Bu adam çok iyi... Ama bizden değil! O yüzden, seni federasyon başkanı yapalım” diyenler devreye girmiş.
Bizden değil, denilen kişi Ayhan Bermek...
Nasıl anlatsak, neresinden baksak acaba? Teknik direktörünün "gereksiz" gördüğü Avrupa Ligi maçından mı başlasak, yoksa sakatlıkların çetelesini mi çıkarsak?
Yıllar sonra iyi niyetle buyur edilen Bursaspor taraftarlarıyla ev sahiplerinin stat dışındaki kavgasına futbol kadılarının verdiği gaddarca "dışarıda seyircisiz" maç cezasına mı değinsek? Ya da bir türlü bitmeyen şık ve göz kamaştırıcı transfer ataklarına mı dokunsak? Elbette birileri gelirken birileri de gönderilecek... Onların dramını görmezden gelemeyiz.
Mardan Stadı’ndaki dünkü sürgün maçında yukarıda saydıklarımızın hepsi de önemli etkenlerdi... Kimse sormadı ama, belki dünkü maçı da “gereksiz” görmüştür Schuster... Kulübede öylesine kopuk ve yorgun bir hali vardı ki, anlatılamaz!..
Futbolcuların çoğunlukla isteksiz, gönülsüz ve gayretsiz olduğunu gözledik. Tabata örneğin... Cezalı Guti’nin yerine oyun liderliğine vekalet edebilir, asistleri ve oyun kurgusuyla kendini gösterebilir, diye bekledik. Olmadı yapamadı. Quaresma, Beşiktaş’ın önemli kozuydu ama, rakip takımdaki İvan de Souza ve Julio Sezar kadar kendini gösteremedi. Buluştuğu topların çoğunu kaybetti. Bitime üç dakika kala Gaziantep kalesinde Nobre ve
Bu maçı günlerdir heyecanla bekliyordum. Ligin en başarılı golcülerinden Emenike sahada olacaktı. Umut Bulut, Burak Yılmaz, Engin Baytar sahada olacaktı.
Şenol Güneş’le Yücel İldiz, bu ligin hep kazanmaya oynayan teknik direktörleriydi. Evet, top durmayacaktı. İkisi de tek puana razı olmayacaktı. Eyyamcılık, avuntu bu maçın kitabında yazmazdı.
Yazık ama... Emenike, 35. dakikada safdışı kaldı. Beklentimize, heyecanımıza ve keyfimize limon sıkıldı. Emenike’yi oynamaz hale getiren Giray’ın müdahalesi kasıtlı mı, değil mi? Kasıt olduğunu hiç sanmıyorum. Zaten Fırat Aydınus da aynı yorumu yaptı. Kart bile göstermedi. Ama futbolsever olarak Giray kalbimi kırdı. Maçın rengini ve ruhunu soldurdu. Hayır, onu suçlamıyorum. Ama dedim ya keyfimize limon sıkıldı.
Emenike’nin yerini Mehmet Çoğum’a bırakmasından sonra Karabükspor’un neler yapacağını merak ettim. Defterini kaybetmiş bir öğrenci gibiydiler.
Ezberleri bozulmuştu. Ne İlhan Parlak, ne Hakan Özmert, ne de sonradan oyuna giren Ferdi... Hücum anlamında bolca korner kazandırmaktan başka bir şey yapmadılar. Doğru dürüst pozisyona bile giremediler.
Trabzonspor’da Şenol Güneş, Emenike’nin eksikliğine karşı Yattara hamlesini yaptı, oyun
20 Ekim 1905... Mekteb-i Sultani’de Mehmet Ata Bey’in edebiyat dersi sırasında arkadaşlarıyla birlikte Galatasaray Futbol Kulübü’nü kurdu. Kulübün 1 numaralı üyesi oldu.
O dönemde yabancıların oynadığı futbolu, Türk gençlerinin de kendi takımlarında oynayabileceğinin ilk örneğini verdi.
Takım arkadaşlarından çoğu Çanakkale’de, Kafkasya’da savaşırken, O denizci subay adaylarına öğretmenlik yapıyordu.
Şehit Abdurrahman Robenson’un “Bu savaşta ölürsek, bizi hatırlayınız” mesajı taşıyan, cephede bile Galatasaray rozeti taktığını belirten mektuplarını, kulübün belgeleri arasına kaydetti.
Galatasaray-Fenerbahçe rekabetine dostluk mayasını kattı. İki kulüp başkanı Ali Sami Yen ile Galip Kulaksızoğlu, 1912’de yabancı takımlara karşı bir “güçbirliği” karması oluşturmaya karar verdiler. Beyaz zeminde kırmızı yıldızlı formalarla oynayacaklardı. Dahası, yabancı takımlarla yaptıkları maçlarda birbirlerine “takviye” oyuncu vermeye de başladılar.
İttihatspor kulübünün merdiven altında, ayda 30 kuruş kira ile tutulan kapalı bir mekan, onların ilk lokali oldu. Maçlardan önce yakındaki bir kahvehanede soyunup giyiniyorlardı.
Rodrigo Tello, sezon başında Beşiktaş’ın “yabancı personel fazlası” olarak görüldü ve elden çıkarıldı.
Batuhan Karadeniz, haşarı, yaramaz, dengesiz ve şımarık diye Eskişehirspor’a satıldı.
Erkan Zengin de “Henüz Türkçeyi bile öğrenemedi” denilerek gönderildi.
Bu kararları doğru/yanlış terazisine vuracak değilim artık.
Eskişehir Atatürk Stadı’nda dün gördüğüm gerçek şunu söyletiyor bana : Bu adamlar Beşiktaş kadrosunda olsaydı, kimbilir, sonuç farklı olabilirdi.
Üçüne de ihtiyacı vardı Beşiktaş’ın...
En çok da Tello’ya!.