Ayşe Arman’ın dünkü röportajları bana David Fincher’ın ‘Kayıp Kız’ filmini hatırlattı. Sadece iyi eğitimli, işinde başarılı bir kadının evliliği yüzünden başka bir şehre taşınıp, daha sonra da kocası tarafından darp edildiği iddiası nedeniyle değil.
Filmde de herkesin farklı bir hikayesi olduğunun anlatılması ve bunu anlatırken de her hikayenin doğru olabilir hissi vermesi nedeniyle.
Filmi izlemeyenler ya da romanını okumayanlar için ‘spoiler’ vermemeye çalışalım ama kısaca özetlersek hikayelerden en mantıklı olanına inanılıyor.
Bu varsayımla ve yerleştirilmiş kanıtlarla bir kişi suçlanıyor, hayatı kâbusa dönüşüyor. Daha sonra görüyoruz; gerçeklerin farklı olduğu ortaya çıkabiliyor.
Kaldı ki, bazen böyle durumlar bile hayatınızı değiştirmeye yetmiyor. Yaratılan algı gerçeklerden de güçlü olabiliyor.
VEZİR DE EDEBİLİR, REZİL DE...
Godiva Executive Çikolata Şefi Thierry Muret bu alanda dünyanın en önemli isimlerinden biri. Muret ile Mısır Çarşısı’nda baharat alışverişine çıktık, sonra birlikte çikolata yaptık
Cuma trafiğinde kimse beni Mısır Çarşısı’na götüremez sanıyordum ama yanılmışım. Çikolata seven birinin başına gelebilecek en güzel şey başıma geldi. “Godiva Executive Çikolata Şefi Thierry Muret İstanbul’da, birlikte Mısır Çarşısı’na gidip baharat alışverişi yapacağız, sonra da Nişantaşı’ndaki mağazaya gelip seçtiğin baharattan sana özel çikolatalar yapacağız” dediler. Uçarak gittim, Thierry Muret ile buluşmaya.
Çarşıda gözü dönüyor
Yol boyunca Thierry Muret’den başarı hikayesini dinledim. Belçikalı ama kız kardeşiyle birlikte Amerika’da, Şikago’da küçük bir çikolata dükkanı açıyor, sonra New York’ta bir fuara katılıyor. Fuarda bir adam gelip de bütün çikolatalarının tadına bakınca sinir oluyor, adam giderken “Yarın ofisime gelir misin?” diyor, sinirli bir şekilde “Niye geleyim ki?” diyor Thierry Muret. İşte öyle cevap verdiği kişi Belçika orijinli olan Godiva’nın o zamanki başkanı çıkıyor. Bu Türk filmi tadında tanışmayla Şikago’dan Pensilvanya’nın bir kasabasına taşınıyor, gidiş o gidiş.
TÜYAP’taki İstanbul Deri Fuarıbu yıl şıklık ve katılım bakımından Contemporary Istanbul’un açılış davetiyle yarışıyordu. Deri sektörüyle ilgili olan, olmayan birçok tanıdık isim Deri Vakfı Başkanı Ruken Mızraklı’nın hatırına trafikmiş, uzakmış dinlememiş, Beylikdüzü’ne gelmişti.
Geçen yıl olduğu gibi bu yıl da ilgi çekici bir panel vardı.
L’Officiel Italia ve L’Officiel Hommes Italia Yayın Yönetmeni Gianluca Cantaro’dan, Demet Sabancı Çetindoğan’a Vogue Uomo Italy Yayın Yönetmeni Alan Prada’dan Leyla Alaton’a katılımcılar ‘Dünyada lüks, perakende ve deri’yi konuştular.
YABANCILAR NE DEDİ?
Alan Prada ‘Made in Italy’ etiketinin nasıl bir markaya dönüştüğünü anlattı. “Türkiye için siz de böyle yapmalısınız” dedi. Gianluca Cantaro ise “Global yaratıcılığa, tasarımlara ihtiyacınız var.”Dünyaca ünlü bloggerları, “Moda haftasına davet etmelisiniz, uluslararası tasarımcılarla işbirliği yapmalısınız” diye önerilerde bulundu.
Hüseyin Çağlayan, Rıfat Özbek ve Ümit Benan’ın kendi köklerinden yola çıkarak anlattıkları hikayelerinin ne kadar başarılı olduğunu örnek verdi.
İşte bu noktada Vizyon Deri’nin Paris’te kurduğu ve birkaç ay önce Marais’de mağazasını açtığı VSP’nin
Organizasyon konusunda zayıfız... Yumurta kapıya dayanınca, her türlü sorunu çözebilme yeteneğimize rağmen.
Son derece planlı programlı olması gereken bir şey söz konusu olduğunda, durum değişiyor. Bkz. dün gerçekleşen TEDx İstanbul konferansı.
TED konferansları, teknoloji, eğlence ve tasarım üzerine ilham verici isimlerin zihin açıcı konuşmalarından oluşuyor aslında. YouTube’dan, erişime kapalı olmadığı zamanlarda, izlemek mümkün.
Tam da Diyanet’in sosyal medyada fotoğraf paylaşmanın caiz olmadığını açıkladığı gün, TEDx İstanbul’da yaşanan organizasyon bozukluğu, sosyal medyada fotoğraflarla kanıtlanıyor.
Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yok. Her şey biraz üst üste geldiğinde yapılacak en iyi şeylerden biri belli, boş boş televizyona bakmak.
Haberlere değil tabii, TV dizilerine ve yarışmalara...
BAĞIMLILIK YAPIYOR
İtiraf etmekten çok hoşlanmasak da, hepimizin hayatında beğenmekten utandığı şeyler var. İşte son ‘guilty pleasure’ımı açıklıyorum: ‘Bu Tarz Benim’!
Nerede olursam olayım mutlaka izlemek istiyorum, bir kere takılınca kesinlikle zaplayamıyorum. Son zamanların kesinlikle en absürt yarışma programı ‘Bu Tarz Benim’. Hiç farkına varmadan bağımlısı oldum. Her karşıma çıktığında ekrana kilitleniyorum. Bitene kadar kanalı değiştiremiyorum. Uyuyakalırsam ya da evde olmazsam diye arada kaydettiğim bile oluyor.
Nerede, nasıl giyinilir en iyi ben bilirim iddiasında bulunan 13 yarışmacı, Türkiye’nin en tarz kadını olmak için kıyasıya yarışıyor.
Nasıl bir rekabet, nasıl bir gerilim, nasıl bir savaş yaşanıyor, inanamıyorsunuz...
Aylarca Mikonos’a, Paris’e kaçtı söylentilerini dinledik, aylar sonra İstanbul’da yakalandı Deniz Seki.
Sanki müthiş gizli bir operasyon yürütülmüş, filmlerdeki gibi takipler kovalamacalar yaşanmış ve hiç olmayacak bir yerde yakalanmış gibi büyük bir başarıdan söz ediliyor.
Oysa hep birlikte görüyoruz, Deniz Seki kaçmamış ki aslında... Gerçekten kaçmak istese; İstanbul sınırlarının dışına rahatlıkla çıkabilirmiş.
Evet, teslim olmamış ama daha önce yaşadıklarından sonra, kendi dediği gibi “Hapishaneyi gördükten sonra”, ailesiyle bile görüşmesine izin verilmediği günlerde hapishane fotoğrafları bile gazetelere düştükten sonra, doğrusu tıpış tıpış gidip teslim olmasını kim bekleyebilirdi ki?
TEK SUÇLU O MU?
Belki de ilk defa bir firari yakalandığı için bu kadar üzüldük. Nedeni belli:
Bugün son günü olan çağdaş sanat fuarı Contemporary İstanbul nedeniyle bu hafta sanata ve partiye doyduk. Haftanın öne çıkanlarıyla kısa bir tura çıkıyoruz
Pazartesi: Sanat haftası pazartesi akşamı İstanbul 74’te Kezban Arca Batıbeki’nin “Manzarasız Bir Oda”sıyla başladı. Müjde Ar’ın başrolünde olduğu “Aaahh Belinda!..”yı Nurgül Yeşilçay, Yiğit Karaahmet ve Hakan Ezer ile yeniden yorumladı Batıbeki. Açılışa katılanlar filmi beğendi. Aynı akşam Tophane’de İtalya’nın önemli galerilerinden Galleria Russo’nun İstanbul’daki yeni şubesinin açılışı vardı. Tıklım tıklımdı. Yine aynı saatlerde Pera Palas’ta Demet Sabancı-Cengiz Çetindoğan’ın Ahmet Güneştekin için verdikleri davet vardı. Marlborough galerinin yöneticileri Türkiye’de olmaktan ve Ahmet Güneştekin’le çalışmaktan ne kadar memnun olduklarını anlata anlata bitiremedi. Sonra Contemporary
İstanbul’da da gördük, fuarda minik heykeller dışında bütün standlarını Güneştekin’in işlerine ayırdılar. Marlborough galerinin tarihinde ilk defa oluyor bu. Satışlardan o kadar memnunlar ki başka sanatçıların işlerini İstanbul’a getirmeye gerek bile görmediler.
Gala yemeği kalabalıktı
Salı: Contemporary İstanbul’un kurulumu başlıyor.
Yarın sabah maratona geliyor musunuz? Hayır, bu hafta maraton gibi geçen Contemporary Istanbul ve sanat haftasından bahsetmiyorum.
Konumuz, Vodafone İstanbul Maratonu.
Bildiğimiz Avrasya maratonunun geçen yıl yenilenen resmi adı bu. Boğaz Köprüsü’nden yürüyerek geçip, bol bol selfie yapıp, Instagram’da övünerek paylaşabileceğimiz yılın tek günü.
Koça ihtiyaç mı var?
Haklısınız, İstanbullu’ya her gün maraton. Hayatımız oradan oraya koşturarak ve hatta çoğunda engeller atlayarak ve atlatarak geçiyor. Oysa biz çocukluktan karşıyız koşmaya. “Koşma terlersin” sözüyle büyümedik mi zaten? “Koşu sağlığa zararlı, aman dizler sakatlanabilir” diye avuttuk kendimizi. Oysa bütün dünya koşuyor sokaklarda, parklarda.
Çoğumuzun koşacak bir parkı yok. Şanslılar Maçka Parkı ya da Yıldız Parkı’nda koşuyor, daha da bol vakti olanlar Boğaz’da uzun uzun yürüyor. Şeyda Coşkun’lu ya da Şeyda Coşkun’suz. İşte bir tek bizde yürümek için bir koça ihtiyaç duyuluyor. Çünkü tek başımıza yürümekten bile aciziz! Eminim Şeyda Coşkun’un yürümek dışında da faydası vardır ama kabul etmek lazım, böyle bir manzarada yürümek için, disipline olmak için dışarıdan yardıma ihtiyaç duymak bir tek bizde