Bugünkü konumuz turist olmak. Önce Safranbolu’da yaptığım turistik geziyle başlıyor, sonra Galata’da turistlerin yaşadığı perişanlıkla devam ediyoruz
Safranbolu evlerinin güzelliğini anlamak için fotoğraflara bakmak yeterli değil, onları görmek gerekiyor.
Utanarak itiraf etmeliyim, dünyanın öbür ucundaki birçok şehri gezdim ama Türkiye’de daha gitmediğim çok yer var. Görmek istemediğimden değil. “Yakın, nasılsa bir gün giderim” hissi verdiğinden mi, yoksa şimdiye kadar yeterince ballandıra ballandıra anlatılmadığından mı emin değilim. İşte bu hislerle Kastamonu uçağındayım.
Havaalanı üç ay önce açıldı
Evet, Kastamonu’da artık havaalanı var. Tam üç ay önce açıldı. Pırıl pırıl. Uçaktan terminale otobüse binmiyor, birkaç adımda yürüyorsunuz. Şimdilik günde bir uçak var. Yakında THY uçak seferlerini de artıracak deniliyor. Yaşasın, artık geliriz diyorum. Derken havaalanındaki kadınlar tuvaletine gidiyorum. Klozet yok. Sonradan öğreniyorum erkekler tuvaletinde klozet olduğunu. Bir görevli “Genel istek üzerine böyle yapıldı” diyor. Yıl 2013. Yepyeni bir havaalanı. Dünyanın her yerinden turist geliyor. Gelin görün ki hâlâ alaturka tuvaletlerden vazgeçilmemiş.
İstanbul’da yaşayan birçok Kastamonulu tanıyorum, belki de o yüzden Kastamonu’da o kadar cazip bir şey olsaydı, İstanbul’a akın etmezlerdi diye düşünüyorum. Kastamonu’ya vardıktan kısa bir süre sonra yanıldığımı anlıyorum. Aynı Trabzon’da olduğu gibi doğa beni etkiliyor.
Ilgaz Dağları bütün haşmetiyle karşımda. Alpler’den farklı değil. Dünyanın her yerinden kayak meraklıları Ilgaz’a heli-ski yapmaya geliyor. Biz hâlâ uyuyoruz. İstanbul’dan uçakla 1 saat mesafede bu kadar önemli bir kayak merkezi var. Yeterince değerini bilemiyoruz.
Kastamonu’dan Karabük’e doğru ilerliyoruz arabayla. Hedef Safranbolu. Safranbolu evleri hakkında hepimiz fikir sahibiyiz. Ama iki fotoğraf görmek yeterli değil, anlamak için orada bulunmak gerekiyor.
Önce Kent Tarihi Müzesi’ne gidiyoruz. Japon turistlerden farklı değiliz. Hepimizin ellerinde telefonlar. Bir yandan fotoğraf çekiyor, bir yandan Instagram’a yüklüyor, bir yandan da etrafta neler olduğunu görmeye çalışıyoruz. Sonra eski çarşıya, Arasta’ya gidiyoruz. Çarşıda safrandan şekerlemelere birçok detaya takılıyoruz. İmren’in lokumları ve helvalarından gözlerimizi alamıyoruz.
Kanyonda yürüyüş
Daha sonra yemeğe gidiyoruz. Bütün diyetler bir günlük de olsa unutuluyor. Böreklerden eriştelere, cevizli çörekten baklavalara geçiş yapıyoruz. Sonra Boncuk’ta kahve içiyoruz. Kömür ateşinde pişiyor kahveler. İğde, elma, armut, hünnapla nefis bitki çayı sunumu da etkiliyor. Fasıl var ama Türk sanat müziği değil, türküler söyleniyor. Kahve sonrası bir Safranbolu evine konuk olup şömine karşısında minik kestanelerden yiyoruz. Gece-gündüz yemek bitmiyor burada.
Ertesi sabah saat 07.00’de güne Cam Teras’ın manzarasıyla ve hemen sonrasında kanyon yürüyüşüyle başlıyoruz. Hayır, AVM’den bahsetmiyorum tabii. Grand Canyon halt etmiş. İncekaya Su Kemeri’ni arkamıza alıp Tokatlı Kanyonu’nda ilerliyoruz. Yine elimizde telefonlar bol bol fotoğraf çekerek.
Japonya’dan, Tayvan’dan, Avustralya’dan gelen turistlerle karşılaşıyoruz Safranbolu’da. Türk turist yok bizden başka. Şaşırıyorum. Dünyanın öbür ucundan kalkıp gelenler var UNESCO Dünya Mirası Listesi’ndeki Safranbolu’yu görmek için... Biz hâlâ büyük şehirde yaşayıp sakin köy hayatı hayali kuruyor ama bu kadar yakınımızdaki köylere ziyarete bile gitmeye cesaret edemiyoruz.
Yörük Köyü neden görülmeli?
Kanyon yürüyüşünden sonra sırada Yörük Köyü var. Uçağa yetişmeden çok az vaktimiz var. Ama
Aslı Lodi uyarıyor, “Safranbolu’ya gidip Yörük Köyü’nü görmemek Paris’e gidip Eyfel’i görmemek gibi” diyerek. Yörük Köyü’nde meydanda Leyla Gencer büstü karşılıyor bizi. Leyla Gencer ve Cemil İpekçi’nin köyü olarak da biliniyor. En eski Safranbolu evleri burada yan yana dizili. Bazı kapılarda ipler bağlı, “Komşuya gittim geliyorum”u da “Akşama kadar yokum”u da iplerdeki düğümlerle özetliyorlar. Bizim gibi alarm üstüne alarm kurmayı bırakın, kaç saat evde olmayacaklarını da açık açık beyan ediyorlar. Hırsızlık mırsızlık yok.
Sipahioğlu Konağı’nı geziyoruz, tavandaki detaylara hayran kalarak. Çamaşırhane’de köy ağalarının fotoğraflarına bakıyoruz. Tabii bir de Yörük Sofrası’nda gözlemelerden Safranbolu simidine, köy yumurtasından gül ve incir reçellerine kadar mükellef bir kahvaltı ediyoruz.
Galata’da ne oluyor?
Turistlerin suçu ne?
Safranbolu’dan döndüğüm günün akşamı, daha gezinin etkisinden kurtulamadan Galata’ya atıyorum kendimi. Serdar-ı Ekrem Caddesi’nde bir yandan mağaza açılışı var, bir yandan zabıta ekipleri tarafından mühürlemeler. Ruhsatsız olduğu söylenen oteller mühürleniyor. Evet, meşhur Georges da bunlardan biri. Madem bu otellerin ruhsatı yoktu, neden açılmalarına izin verildi ve neden müdahale etmek için bu kadar çok beklenildi anlamak mümkün değil.
Zavallı turistler de ne olduğunu anlayamadan kendilerini sokakta buluyor. Bazıları eşyalarını bile odalarından alamıyor. Otel işletmecileri turistleri mağdur etmemeye çalışıyor. Yine de turistler şaşkın. İstanbul kadar popüler bir metropolün yine en popüler semtinde en havalı otellerden kapı dışarı ediliyorlar. Otellerin ruhsatsız olduğu gerekçesiyle.
Peki turistlerin suçu ne? Bundan sonra İstanbul’da bir otele rezervasyon yaptırırken ruhsat mı istemeleri gerekiyor? Bu, turistlere artık hangi dilde, nasıl anlatılır, bilemiyorum. Başka bir ülkede başımıza böyle bir şey gelse, bir daha o ülkeye gider miyiz? Sanmıyorum. n