Mizah dergisi L-Manyak’ta Cengiz Akın’ın yarattığı bir çizgi kahraman var:
0070-Cabbar Baba...
Her ay bizi maceradan maceraya sürükleyen Cabbar, bir gizli servis ajanı... Hayli çapkın, yerden bitme, ağzı bozuk, bitirim bir kişilik... Ama tek başına üstesinden gelemeyeceği iş yok.
Geçen ayki sayıda Cabbar’ın “Şef”inden aldığı görev, tersanelerdeki şüpheli ölümleri araştırmaktı. O da işçi kılığında bir tersaneye sızıyor ve içeride patronların yarattığı tezgâhı ortaya çıkarıyordu.
Dünkü Hürriyet’te, aynı hafta içinde 2 işçinin öldüğü tersanenin sahibinin “Bu olaylar MİT’lik, polislik. Merak eden emniyet güçlerine gitsin” demecini okuyunca Cabbar’ı hatırladım.
Olaya Cabbar’ın istihbarat örgütü el atsa ne tür bir polisiye olay ortaya çıkaracak acaba?
Sermaye düşmanları kapitalizmin ne kadar vahşi bir düzen olduğunu kanıtlamak için işçileri vinçler arasına mı sıkıştırıyorlar?
Bendeki sigara antipatisinin kökenini araştırdım; altından Turgut Özakman çıktı.
Galiba sorunun kaynağı, onun Basın Yayın Umum Müdürlüğü’nde çalıştığı yıllara uzanıyor.
Annemin yalancısıyım; ikisinin aynı odada çalıştıkları yıllarda Turgut Ağabey, günde 3 paket Bafra içer, herkese de ikram edermiş. Annem sigaraya böyle özenmiş.
Ben doğduğumda günde 1 paket içen bir anne buldum.
Babam daha da fazla içiyordu.
Dolayısıyla bebeklikteki dünya algım, buranın “dumandan bir gezegen” olduğu şeklindedir. İlk harflerimi Yenice paketine çiziktirdiğimi hatırlarım.
İzmarit, kül ve bu ikiliyle tıka basa doldurulmuş tabla, hem görüntü hem koku olarak evimizin asli unsurlarındandı.
Ankara Genç İşadamları Derneği bir “gençlik araştırması” yaptırdı.
Sonuçlardan çıkan manzara şu:
Gençlerin kafası karışık...
* * *
Ailelerinden dayak yiyorlar.
“Kendine kimi örnek alıyorsun?” diye sorunca, “Anne babamı” diyorlar.
* * *
İngiltere Kralı VIII. Edward’ın 1936’daki Türkiye gezisi, aslında bir “barışma ziyareti”ydi. Prof. Dr. Hikmet Özdemir, Atatürk Araştırma Merkezi’nden yayımlanan “Atatürk ve İngiltere” adlı eserinde (Ankara, 2004), “Bir Barışmanın Diplomatik Tarihi”ni tüm ayrıntılarıyla yazmıştır.
O kitaptan edindiğimiz bilgilere göre bu yakınlaşma 17 Haziran 1934 gecesi bir poker masasında başladı. Ankara’daki İngiliz Büyükelçisi Sir Percy Loraine, Londra’ya yolladığı gizli telgrafta, İran Şahı’nın Ankara’yı ziyaret etmekte olduğu 17 Haziran akşamından 18 Haziran sabahına kadar Çankaya’da Atatürk’le poker oynadıklarını belirtiyor ve şöyle diyordu:
“Diğer oyuncular Şah, Başvekil ve Adalet Vekili idi. Poker, sabah 4.30’a kadar sürdü. Bir ara Gazi ile ben elimizde güzel kağıtlarla -ama onunki daha güzeldi- oyunda tek başımıza kaldığımız bir elde Gazi, büyük bir izleyici topluluğu önünde masaya eğildi ve anlamlı bir şekilde ‘Birbirimize karşı oynadığımızda ne kadar güçlü
Kıyafet, konuşur. Kilometrelerce öteden kimliğimizi duyuran, kumaştan bir dildir o; söylediğiyle bazen çok yakını en uzağa iter.
Bir niyet mektubu gibi beklentimizi ele verir gardırobumuz... Türlü çeşit anlama yorulur etek boyumuz...
Çıplakken eşitlenen bedenler, urbalarla sarmalanınca efendi ya da köle hüviyeti kazanır. Elbise, hâkimiyet alameti ya da teslimiyet borusudur. İnsanoğlu örtünmek için değil, göstermek için giyindiğinden beri böyledir bu...
Seçtiğimiz giysiler, yetiştiğimiz çevreyi olduğu kadar, o çevreden gurur mu, utanç mı duyduğumuzu da gösterir. Bazen al bir kravat ya da parıldayan bir ruganla “Beni fark edin” diye yalvarırız; bazen kem gözlerden kaçmak için küçük bir örtüye saklanırız.
* * *
Dün, İngiliz Büyükelçiliği’nin bahçesinde Kraliçe’yi izlerken, giysilerin bu sessiz mesajlaşmasına kulak verdim. Kumaşın, toplumsal sesini işitmeye çalıştım.
Kraliçe, değeri ayrıntılara gizlenmiş bir sadelikle
AKP ile AB, Erdoğan’ın ilk iktidar döneminde unutulmaz bir balayı yaşamışlardı.
Ciddi reformlarla sonuçlanan bu balayının ardından heyecan yatışmış, reformlar tavsamış, taraflar birbirinden uzaklaşmıştı.
Şimdi birdenbire “2. balayı” başladı.
AKP, nicedir kapattığı reform dosyalarını açtı yeniden...
AB temsilcileri de AKP’ye sıcak mesajlar yollamaya, kapatma davasına vurmaya başladılar.
Ne oluyor?
Bu 2. baharın sırrı ne?
Belgrad
Bugünlerde gösterilen Mavi Jeans reklamını Saraybosnalı yönetmen Emir Kusturica çekti.
Kusturica reklamda “Yeraltı” filminin unutulmaz final sahnesini yeniden canlandırıyor.
O sahnede, üzerinde çılgınca eğlenen insanlarla ana karadan kopan toprak parçası, bir mutluluk adasıdır. Ülkesi iç savaştaki bir ülkenin yönetmeninin bir arada yaşam ütopyasıdır.
Oysa, bildiğiniz gibi, sonuç öyle olmadı.
Birbiri peşi sıra Yugoslavya’dan kopan kara parçaları daha çok mutsuzluğa yol açtı. Her isyan, ardından sert bastırma tedbirleri getirdi. Baskı, milliyetçiliği ve yabancı düşmanlığını körükledi. Milliyetçilik, yeni etnik isyanları ateşledi. Bu sarmal, 17 senede Yugoslavya’dan 7 ayrı devlet çıkmasıyla sonuçlandı.
Kusturica mı?
Önceki gün Sofya’da İvan Vazov tiyatrosunu gezdim. 1907’de Bulgar milli tiyatrosunun mabedi olarak inşa edilmiş bu muhteşem salonda dolaşırken koltuklardan birinin diğerlerinden farklı renkte olduğunu fark ettim.
Önden 5. sırada sağdan 4. koltuk, kırmızı kadife dişler arasında sarı bir yaldız gibi parıldıyordu.
Sorunca, bunun Bulgarların ünlü yazarı İvan Vazov’un hep oturduğu koltuk olduğunu öğrendim. O tiyatroda nice oyunu sahnelenmiş olan yazar öldükten sonra her daim oturduğu koltuk, anısını yaşatmak için farklı renkte kumaşla döşenmiş ve öldüğü 1921’den beri her gösterimde boş tutulmuştu.
* * *
Salonun bizim için asıl önemi, genç Mustafa Kemal’in Sofya’da görev yaptığı dönemde ilk opera izlediği yer oluşu...
Çoğu kitapta o opera eserinin Carmen olduğu yazar.
Oysa Sofya’da buluştuğum Bulgar opera tarihçisi Rosalia Biks, eşsiz arşivinden çıkardığı bir afişle, Türk askeri ataşesinin ilk opera izlediği günü ve izlediği eseri aydınlattı: