Geçen hafta Balkanlar turundaydım. Kış esaretinden kurtulmanın coşkusuyla topraktan fışkırmıştı bahar... Karlı dağların eteğini çiçeklendiren uçsuz bucaksız gelincik tarlaları arasından Batı Trakya’yı geçip Makedonya’ya girdik.
Cıvıl cıvıl sokaklarında 70’li yılların kıyafetleriyle defile yaparmışçasına dolanan Makedonların canlı şehri Manastır’a geldik.
Mustafa Kemal’in İdadi’si bakımsız bir müzeydi şimdi... Alt kattan “fitness center”ın müzik sesi yükseliyor, üst kat bir defileye hazırlanıyordu.
Manastır’ı geçince 30 kilometre ötede bir dağın yamacında Makovo köyü göründü. Daha doğrusu köyden önce, köye bir Hollywood seti manzarası veren TIR’lar, set ışıkları göründü.
Az sonra tamamı Türkiye’nin sınırları dışında çekilen ilk Türk televizyon dizisi “Elveda Rumeli”nin setindeydik.
Zirvedeki dizi
1 Mayıs’ta göstericileri kovalayan polis, Cihangir’de bir kahvede oturanların üzerine biber gazı sıktı. Kaçıştılar; acıyla gözleri yandı. Polisin göstericileri dövüşüne tanık oldular.
Yavuz Bingöl de oradaydı. Gazın etkisiyle öksürük nöbetindeyken cep telefonu çaldı.
Arayan Kültür Bakanı Ertuğrul Günay’dı.
Cannes Film Festivali’nde “En İyi Erkek Oyuncu” ödülüne aday gösterilen Bingöl’ü kutluyordu.
Bingöl bir yandan biber gazıyla dolan gözlerini silerken bir yandan cevap verdi:
“Şuradan sağ kurtulabilirsem Cannes’a gideceğim Sayın Bakanım...”
* * *
O radyo konuşmasını hiç unutmuyorum. Lise çağındaydım.
Akşam transistörlü radyodan yayılan Ecevit’in sesine kulak kesilmiştik. Diyordu ki;
“Başbakan Demirel bana resmi bir yazı gönderdi. Taksim’deki CHP mitinginde beni vuracaklarını bildirdi.“
Tarih, 1 Haziran 1977’ydi.
Kanlı 1 Mayıs’ın üzerinden bir ay geçmişti.
Seçime 3 gün kalmıştı.
CHP lideri, daha 5 gün önce Çiğli’de bir silahlı saldırıdan kıl payı kurtulmuştu.
Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, 1940’lı yılların ortalarında memleketi Malatya’ya gitmişti.
Her zaman yaptığı gibi, önce babasının mezarını ziyaret etti, sonra da okulları...
Gittiği okullardan birinde orta son sınıfların dersine girdi.
Derste kendisini ayakta karşılayan öğrencilerden birine beklenmedik bir soru sordu:
“- Sen ne zaman İnönü olacaksın?”
Çocuk kilitlenip kaldı. Ne cevap vereceğini düşünürken yanındaki haylaz öğrenci kulağına eğilip tüyo verdi:
“- Sen öldüğün zaman!..”
25 Nisan Cuma akşamı... Ankara havalimanı... Bir grup çocuk, başlarında hocalarıyla 20.00 uçağıyla Adana’ya gidiyor. Aileleri alandan yolcu ediyor.
Aradan 1.5 saat geçiyor, çocuklardan haber yok. Cep telefonları kapalı... Aileler telaşlanıyor.
Nice sonra telefon geliyor:
“Hâlâ Ankara’dayız. Uçakta arıza varmış. Bizi uçağın içinde 1,5 saat beklettiler.”
Aileler endişeyle yeniden havalimanına koşturuyor.
Yolcular isyanda; bir açıklama bile yapılmadığından uçağın içinde tartışmalar, protestolar yaşanmış, sinirler gergin...
22.00’de yolcular yeni bir uçağa naklediliyor.
Sezen Aksu’yla 23 Nisan gecesi NTV’de UNICEF’in “Anaokulu Ekliyoruz” kampanyası için iki saat canlı yayın yaptık... O gün 1 milyon YTL toplandı; sevindik, gururlandık.
Şöhretini kâh yeni yeteneklerin kâh Cumartesi Anneleri’nin kâh Hasankeyf’in kâh Allianoi’nin hizmetine sunan “UNICEF küçükelçisi”ne bir kez daha şapka çıkardık.
Sekiz yıl süren ve onu hayli hırpalayan hastalığı gömmüş, eski sağlığına, neşesine kavuşmuştu.
Ev sohbeti tadındaki söyleşinin ardından, iki kat yukarı çıkana dek 20 ayrı kişi ve grupla fotoğraf çektirdi Sezen...
10 dakika içinde rica üzerine birinin şiirini okudu; birinin şarkısını dinledi, bir konser davetini kibarca geri çevirdi.
Bir sanatçı arkadaşının sevgilisine evlenme teklif ettiğini öğrendi; hemen kızı arayıp tebrik etti.
Sonra da inanılmaz bir enerjiyle, (aç karnına) gece yarısı soluğu stüdyoda aldı; yeni albümü için çalışmaya daldı.
Antalya Akdeniz Üniversitesi’nden öğrencilerle bir aradaydık geçenlerde...
Son dönemde olup biteni bir de onlardan dinledim.
“Akdeniz Üniversitesi’nde birbirimizle hiç ayrımcı sosyal ilişkiler sürdürmedik. Her politik görüşten arkadaşı bir arada barındırabilecek çağdaşlıkta bir üniversite olmayı başardık. Hukukumuz yerindeydi” dediler.
Son olay patlayınca yurtta kalan öğrencilerin yarısı odasını boşaltmış, bazı aileler çocuklarını okuldan almış. Ama, kurulduğu günden bu yana hiçbir ciddi çatışmaya tanık olmayan üniversite, karıştığı hızla yatışmış.
* * *
Üniversite dışından gelen bazı tiplerin öğrencilere ateş açarken görüntüleri basına yansıyınca 1980 öncesini bilenler, “Eyvah! Yine o yıllara dönüyoruz” diye feryat etmişlerdi.
Korkular anlaşılır olsa da yersizdi; çünkü ne ülke o ülkeydi, ne de gençlik o gençlik...
Fuzuli, “Divan”ının önsözünde 3 grup insana karşı Allah’a sığınır: Biri “eda yoksunu şairler”dir; “Meclislerde kabiliyetli oldukları iddiasıyla şiir okurlar. Nazımları nesirlerinden ayırt edilmez.”
Diğer grup, “şiirin inceliklerine vakıf olmayanlar, sözün aslını bulamayanlar”dır.
Bu iki grup bana, Meclis’te her fırsatta şiir okuduğu halde nevri dönünce “Ayaklar baş olursa kıyamet kopar” tarzı “şiir inceliği”nden yoksun hikmetler sarf eden Başbakan’ı hatırlatıyor.
Ama bu yazıda asıl üçüncü gruptan bahsedeceğim:
Bunlar, “kabiliyetsiz kâtipler”dir.
Fuzuli, edebiyat tarihine geçen dörtlüğünde onlara “Kötü yazan elleri kurusun” diye beddua eder. Çünkü onlar “Bir nokta kusuriyle gözü kûr eyler.”
“Göz”ün bir nokta hatasıyla nasıl “kör” edildiğini anlamak için bu sözcüklerin Arapçada nasıl yazıldığını bilmek gerekir.