Başkentin sembolü cami mi, Hitit güneşi mi? Yıllardır Ankara’da bu kavga yaşanıyor.
Konu bir amblem gibi gözükse de herkes biliyor ki, bu aslında bir kimlik kavgası.
* * *
Kavganın tarihi eski:
35 yıl önce, dönemin Belediye Başkanı Vedat Dalokay, Ankara’nın Hititler döneminde kurulduğu bilgisinden hareketle, kentin sembolünü Hitit Güneş Kursu olarak belirlemişti. 1978’de de Sıhhiye’ye Nusret Suman imzalı bir Hitit anıtı dikilmişti.
Ama “Ankara Türklerindir” zihniyeti, 80’ler boyunca bu “boynuzlu heykel”i takıntı haline getirdi.
Sonunda 1995’te Belediye Başkanı Melih Gökçek bir yarışma açtı ve şehre yeni bir sembol buldu:
Liderler, ateşte sınanır. Erdoğan bu sınavda yandı. İlerde siyasi tarihi yazacak olanlar onun devasa bir seçim zaferinden 9 ayda nasıl sefil bir ricat doğurabildiğine şaşacaklardır.
Örneği azdır. Ve muhtemelen siyaset kürsülerinde örnek olay diye okutulacaktır.
* * *
22 Temmuz gecesi partisinin balkonunda “Herkesin başbakanı olacağını” ilan ettiğinden beri sürekli “öteki”yle kavga etti Erdoğan...
Oysa kavga edecek bir şey yoktu.
Arkasında kimseye nasip olmamış bir halk desteği vardı.
Reformları durdurmasına rağmen Avrupa arkasındaydı.
“İzmir neden kaybetti?” başlıklı 1 Nisan günkü yazımda, Expo’nun İtalyanlara kaptırılmasında (birçok başka nedenin yanı sıra) Allianoi’nin de rol oynadığına değinmiştim.
İzmir, “Herkes için sağlık” ana temasıyla yarışırken, Bergama’daki, antikçağın en önemli tedavi merkezlerinden Allianoi’nin kalıntıları üzerine baraj yapma kararı alınması, Türkiye’de pek ilgi çekmese de Batı’nın öfkesini çekmişti.
Oylamadan iki hafta önce 250 Avrupalı kuruluş, Expo’yu düzenleyen Uluslararası Fuarlar Bürosu’na yazarak bunu protesto etmişlerdi.
* * *
Yazım üzerine Devlet Su İşleri’nden bir açıklama geldi. DSİ’ye göre Yortanlı Barajı’nın yapılacağı “Paşaılıcası mevkii”nin “Allianoi” olduğuna dair bugüne kadar hiç bir bilimsel belge ya da bulguya rastlanmamış. Diyorlar ki:
“Yıllarca Bergama yöresinde Alman arkeologlarca yapılan kazılarda da böyle bir bulguya rastlanmamıştır. Paşaılıcası, ülkemizin değişik bölgelerinde yer alan kaplıcalar gibi Roma
Başbakan Erdoğan onca eleştiri aldığı “3 çocuk doğurun” talimatında ısrar edince Mao’nun Çin’ine özendiğine iyice inandım.
1973’ün şubatında Mao, ABD Başkanı’nın Başdanışmanı Kissenger’ı kabul etmişti. Görüşmenin tutanakları 35 yıl sonra bu şubatta açıklandı.
Kayıtlara göre o konuşmada Kissenger, Mao’ya Çin’in yoksulluğundan söz etmiş ve şöyle demişti:
“En fazla sahip olduğunuz şey, kadınlar...”
Bunun üzerine Mao, Kissenger aracılığıyla Amerika’ya tarihi teklifini yaptı:
“O zaman size 10 milyon Çinli kadın gönderelim.”
Kissenger, bu öneriyi kahkahalarla karşılamış ve Çinli kadınlar için bir gümrük kotası olmadığını söylemişti.
Geçen ay New York’taydım. Orada geçirdiğim birkaç gün içinde birkaç kez, 10-15 dakikalığına televizyona baktım. İlk gözüme ilişen program, Fox’taki “The Moment Of Truth” oldu.
Program geçen sonbahar başlamış. Kolombiya patentli... Sunucunun bir konuğu var. Ona 21 soru soruyor. Yarışmacı tümünü doğru yanıtlarsa 500 bin dolar kazanıyor.
Bunlar bilgi soruları değil, özel hayata dair sorular.
Katılımcıdan beklenen, bu soruları doğru yanıtlaması.
Cevabın doğru olup olmadığını yalan makinesi test ediyor.
Benim izlediğim bölümde stüdyoda yarışmacının karşısında eşi, annesi ve baldızı oturuyordu.
Sunucu sordu:
100 yıllık Fenerbahçe Cumhuriyeti’nin, bizim 85 yıllık cumhuriyetimizden daha iyi durumda olduğunu görmek için bir maç yetti. Bir kere ahali cumhuriyetine daha sadık. “Kale”si daha iyi korunuyor, Başkan’ı daha az tartışılıyor. Avrupa konusunda da daha kararlılar
Develi’de maç hazırlığı- Bir hayırlı sonuç almaya gittik. (Soldan sağa) Tahir Özyurtseven, Faik Açıkalın, Can Dündar, Erdal Güven, Ali Acar, Sedat Ergin (tek Beşiktaşlı), Münir Cankurtaran.
Pek maç kültürü olmayan biri Fenerbahçe-Chelsea gibi dev bir maça giderse ne olur? İşin içindekilere tanıdık gelen heyecan, bir acemi için hayret verici izlenimlere dönüşür.
Benim için de öyle oldu.
Şükür yerine küfür
Ne zaman bir Hollandalı birilerine insan haklarını hatırlatsa, elimde değil, Srebrenica geliyor aklıma...
Birleşmiş Milletler’in Bosna’daki mülteci kampını da Hollandalılar yönetiyordu.
Sırplar kampı kuşatıp askeri karargaha “Boşnak mültecileri bize teslim edin” diye ültimatom verdiklerinde ikiletmeden razı olmuş ve 8 bin Boşnağın katledildiği katliamı hazırlamışlardı.
Gerçi bu skandal Hollanda’da hükümet devirdi; ama o katliamda yakınlarını kaybetmiş olanların gözünde Hollanda ve genelde Avrupa, hep “çifte standardın anavatanı” olarak kaldı.
* * *
Ben insan hakları konusunda hiçbir müdahaleden rahatsızlık duymam; “Size ne, burası Türkiye!” diyenlerden değilim. İnsan söz konusu olunca, sınır tanımadan herkesin herkese müdahale hakkı, hatta sorumluluğu olduğunu düşünüyorum.
Yine de Avrupa’nın müdahalelerindeki çifte standart dozunun, bizleri bile isyan ettirecek boyuta ulaştığını ve bu yüzden sözlerinin inandırıcılığını, yapıcı etkisini kaybettiğini hissediyorum.
İzmir’in Expo mücadelesini yakından takip etmiş, İzmir’i hep desteklemiş ama kaybedeceğini günler öncesinden üzülerek hissetmiş, hatta bu yazıyı dün sabahtan kaleme almış biri olarak “Neden kaybettik?” sorusunu şöyle yanıtlayabilirim:
Başından sonuna tipik “Türk işi” bir seyir izlendi.
Bir defa hazırlıklar Milano’ya göre çok geç başladı.
Bir türlü organize olunamadı.
İşe el atan kurumlar arasında ciddi sürtüşmeler, çekişmeler, hatta engellemeler yaşandı.
Expo’nun, hükümetin yerel seçim yatırımı olduğu inancıyla bazı çevreler topa girmeye çekindi.
Bazı diplomatlar, Türkiye’nin BM Güvenlik Konseyi üyeliğini daha önemli buldukları için kulis ağırlığını oraya verdiler.