Adını koyalım: Ulus devletin yetkilerinin daraltıldığı, gücünün budandığı bir çağa girdik.
“İyi ki öyle” diyebilirsiniz, “Ne yazık ki öyle” diyebilirsiniz; ama realite bu...
Karakolda dayak yiyen zanlının, Strasbourg’daki bir uluslararası mahkemede Türkiye aleyhine dava açabileceği, orada kendisine işkence yapan devleti mahkûm ettirip tazminat alabileceği 25 yıl önce hayal bile edilemezdi.
Ama 1987’de, Özal döneminde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkı tanındı ve Avrupa hukuku, ulusal hukukun üzerine çıktı.
Bugünlerde manşetlere tırmanan Uzan davası da benzer bir sürecin ürünü...
Yine Özal döneminde, 1988’de Ankara, uluslararası tahkimi, yani Türkiye’de yatırım yapacak yabancılarla uzlaşmazlık halinde kendi mahkemelerinin değil, uluslararası heyetin hakemliğine gidilmesini kabul etti.
Çünkü yabancı sermaye, yatırım için bu koşulu öne sürüyordu.
Ve Özal, sermayenin önünde engel görmek istemiyordu.
* * *
Uluslararası Tahkim’in kabulü sürecinde çok itiraz eden oldu.
Küreselleşme karşıtı sol hareket, “Güçsüzleştirilen kamunun yerini uluslararası sermaye alıyor. Türkiye bunun bedelini pahalı öder” diyerek tavır aldı.
Ancak 80’lerin otoriter ikliminde bu ses susmuş, ortada birbirinden beter iki seçenek kalmıştı:
Global sermayenin açık pazarı haline gelmek...
Ya da tamamen içe kapanıp bir baskı rejimine boyun eğmek...
İlkini savunanlar iktidardaydı zaten...
Onlara muhalefet edenler ise, enternasyonalist solun yokluğunda dar bir “ulusalcılık” modelini benimsediler.
Milliyetçi damarla kolayca eklemlenen bu model, solcu gelenekte olduğu gibi “sermaye-emek” çelişkisinden değil, sermayenin milliyetinden şikâyetçiydi.
Dolayısıyla, iktisatta “globale karşı yerli sermaye” şiarıyla ortaya çıktı.
Cem Uzan, tam o aşamada bu damara yaslanan “milliyetçi sermayedar” olarak sahne aldı.
* * *
Bugün gelinen nokta, o hareketin tutarsızlığının kanıtı değil mi?
Sert muhalif söylem ve milliyetçi hislerle (ve tabii şarkı- türkü ve tavuk dönerle) meydanları dolduran beyaz gömlekli politikacı kürsüde “Türkiye, IMF’nin işgali altında... İktidara gelince IMF’yi Türkiye’den kovacağım. Vallahi billahi bu ülkeyi sattırmayacağım” diyordu.
Bu söylemle milliyetçilerin gönlünü çelmiş, seçimde yüzde 7’lere kadar tırmanabilmişti.
Şimdi Paris’te yabancı hakem önünde, kaçtığı ülkesinin avukatlarına karşı, Güney Kıbrıs merkezli bir şirket adına tanıklık yapıyor.
“Uzan milliyetçiliği”nin uzandığı yer burası...
* * *
Bu garabetin yıllar sonra da olsa anlaşılmış olması iyi... Çünkü işin özü, demokrasiye sahip çıkma kapışması değil, enerji pastasından pay kapma yarışmasıydı.
Bana ağır gelen, fillerin itiştiği yerde çimenlerin hali...
Ne millisini, ne globalini savunmuş olmamıza rağmen bu sermaye çatışmasını Uzan kazanırsa, 21 milyar dolar olduğu söylenen tazminat külfetini de bizler ödeyeceğiz.
Tıpkı işkenceci polislerin neden olduğu tazminatları ödeyegeldiğimiz gibi...
Biz devletin tazminat mahkûmları mıyız?