Dün iki köşede, iki film eleştirisine rastladım: Sabah’ta Hıncal Uluç, “Büşra” filminden yola çıkarak “başını örtüp vücudunu sergileyen dar pantolonlarla yanındaki erkekle sarmaş dolaş gezenler”i eleştiriyordu.
Yeni Şafak Pazar’da ise Naz Emel Koç, “Serseri Mayınlar”ın yönetmeni Ferzan Özpetek’i “eşcinselliği pek çok gencin dünyasına sokabilecek bir film yaptığı” için yıkıcılıkla suçluyordu.
İki yorum da önyargılı geldi bana; oysa bahsettikleri iki film de aslında önyargıları kırmak için çekilmişti.
* * *
“Serseri Mayınlar”dan başlayalım.
Film aslında eşcinsel aşkı değil, “aşktan daha karmaşık olan bir şey”i, aileyi anlatıyor.
Çocuklarının “normal” (“ne korkunç bir kelime!”) olmasını isteyen ana babalar, onların istikbal tasarılarını yıkan gençler, toplumun diktiği kıyafete sığmayan bireyleri izliyoruz.
Filmi bunca sıcak ve tanıdık kılan da, ailelerin çocuklarının “defo”sundan çok, bunun duyulmasından korkmaları, “Elalem ne der”e kafayı takmaları...
Film, bu ikiyüzlülükle dalga geçiyor.
* * *
Bahadır Boysal’ın çizgi karakteri “Büşra” da “ezber bozan bir kahraman...”
Bir gün iftar sofrasında, bir gün bar kapısında...
Duvarında hem ayetler, hem Uzay Yolu afişi asılı...
Namazını kılıp Messenger’ın başına geçiyor.
Hayatta karşılığı var mı?
Ben biriyle geçen hafta tanıştım:
Esra Elönü Star’da yazıyor. İmam Hatip mezunu... 10 yaşında örtünmüş. Ama büyüdükçe sürünün parçası olmak istemediğini fark etmiş; farklılığını sergileyen bir tarz geliştirmiş.
Tanıştığımızda türbanının altına “rocker” tişörtü giymiş, gözlerine derin sürmeler çekmişti. Hem Rahman Suresi’ni hem Leonard Cohen’i aynı zevkle dinlediğini söyledi. Makyajından aksesuvarına, üslubundan tavrına kadar her şeyiyle “farklı”ydı.
Bunun bedeli olarak da hem “kendi mahallesi”nin, hem “karşı mahalle”nin baskısı altındaydı.
* * *
Şimdi “Büşra”ları, Esra’ları, “Hayır, biz sana şu şablonu uygun gördük. Örtünmenin mantığı da budur. Bunun dışına çıkamazsın” diye dışlayacak mıyız?
Çoğu, baskıcı ailelerden gelmelerine rağmen, süslenip Boğaz’da el ele dolaşıyorsa, onları kınamak yerine “farklı tefsirler”inde yeni neslin değişim hasretinin ve esneklik talebinin izlerini aramalıyız.
Öte yandan; Gaziantep seyircisi Özpetek’in filmini pankartlarla karşılayıp önyargısız izleyebiliyor ve ayakta alkışlıyorsa Anadolu mutaassıplığını, muhafazakâr gazetelerinkiyle kıyaslamalıyız.
Görünen o ki, toplumsal hayatta karşılaşma alanları arttıkça, popüler kültürün kapsama alanı genişledikçe şablonlar da parçalanıyor; “tek tip kimlikler” yerini “karma kişilikler”e bırakıyor.
“Serseri Mayınlar”ı Antep’e taşıyan Ferzan Özpetek, tasavvuf faslında “Dem bu demdir, buluşalım” şarkısını söyleyen Mazhar Alanson ya da sahilde sevgilisiyle öpüşen türbanlı, aşırı kutuplaşmış bu toplumun melezleri... Teğelleri... Farklı hayat tarzlarının buluştuğu kaynak yerleri...
Bir gün Serseri Mayınlar’ın göz yaşartan final sahnesindeki gibi önyargılarımızdan arınıp hep bir arada dans edebileceğimizin göstergeleri...
Onların arayışı olsa olsa sorgulamayı ve çeşitliliği getirir.
Asıl ürkmemiz gereken, aynılaşma, tektipleşmedir.