Can Dündar

Can Dündar

candundarada@gmail.com

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Okul çıkışı iki arkadaşıyla birlikte tramvay altında kalan 16 yaşındaki Buket, geçen hafta hepimizi umutsuz bir bekleyişe soktu. Beyni durmuştu ama yüreği direniyordu.
Babası “O artık bitkisel hayatta... Yani fiilen ölü” diyenlere itiraz ediyor, “Hayır, benim kızım ölmedi” diyordu.
Kızının yüreğini çalıştıran fişi çekmeye razı olmuyor, organ bağışıyla onu başka bedende yaşatma önerisine direniyordu.
Başbakan’ın isteğiyle beyin cerrahı Prof. Haluk Deda girdi devreye:
“İyileşmesi için elimizden geleni yapacağız” dedi. Meslektaşları ayaklandı: “Beyin ölümü geri dönüşsüzdür. Tıbben ölü sayılan bir hasta için ümit verici konuşmalar yapmak umut tacirliğidir. Organ bağışı çalışmalarına da büyük darbe vurur” dediler.
Deda’yı disiplin kuruluna sevkettiler.

Can nerede yaşar?
Hayli eski tartışma bu. Hayatın sınır çizgisine dair bir tartışma... Soru basit: Can nerdedir? Beyinde mi, yürekte mi?
Beyni susmuş bir bedenin yüreği durmamışsa insan ölü sayılabilir mi?
Günümüz tıbbı “Kesinlikle evet” diye yanıtlıyor bu soruyu.
Oysa hatırlayın: Eskiden ölüm haberi “Kalbi durdu” diye gelirdi. Ne zaman “canın merkezi” kalpten beyne geçti ki?
Louisa Young, “Kalbin Kitabı”nda (Dharma, 2004), insanlığın eskiden beri kalbi “canın yurdu” saydığını anlatıyor.
Eski Yunan medeniyeti, yürekte saklanan canın, bedeni hayatta tutmaya devam ettiğinin farkındaydı.
Platon, yüreği, “canın ikametgahı” sayıyordu.
Beyin dursa da kalp atmaya devam ediyordu; “evde kimse olmasa da yanan mumlar gibi...”
O halde canın yürekte olduğunu tartışmaya gerek var mıydı?
Aklın devreye girmeye başladığı çağlarda, tıbbi incelemelerin de katkısıyla “canın merkezi” yer değiştirdi; göğüs kafesinden, kafatasına taşındı.
Can artık beyinde gizliydi. Akıl üretiyor, hissediyor, yaratıyordu; yürekse sadece bedeni çalıştıran bir makineydi.
Beyin durduğunda, kalbin ondan ayrı atıp durması hiçbir şey ifade etmezdi.
Lakin insanoğlu, biraz da geleneksel inançların ve dini itikatların tortusuyla bu “mantıklı” açıklamalara soğuk durdu.
Yüreği attıkça bir insana “ölü” demeye dili varmadı.
Can soludukça Azrail’e cevaz vermedi.
Tıpkı Buket’in ailesi gibi...


Kalbin direnişi
İlginçtir; Buket’in ailesinin yaşadığı çelişkiyi ilk yaşayanlardan biri, ilk kalp naklini gerçekleştiren Dr. Barnard idi.
Barnard 53 yaşındaki hastası için “taze kalp” bekliyordu.
Beklenen haber, bir kazadan geldi.
Denise bir araba kazasında bitkisel hayata girmişti. Ama kalbi atıyordu. Ve Barnard atan bir kalbin neler yapabileceğini biliyordu.
Mitoloji ve din, klinik olarak ölü kabul edilen bu vücutta, atmakta olan kalbe dokunmalarını engelliyordu.
Kalp durana dek dokunamadılar.
Sonra onu başka bedene taşıdılar.
Orada atmaya devam etti.
Can, beden değiştirmişti.
Hayatın beyinde değil, yürekte olduğuna inananlar, eski tezlerini savunmaya devam ettiler: “Kalp dursa beyin, bir başka kafatasında yaşamaya devam edebilir miydi?”