“Ben müslümanım, demokratik sosyalistim ve daha da beteri bunlar için özür dilemeyi reddediyorum” Zohran Mamdani
İlk defa giden biri için, ucu görünmeyen gökdelenler, her çeşit insanın olduğu kalabalık sokaklar, yerdeki mazgallardan yükselen dumanların arasından süzülen ışıklar, kuşkusuz büyüleyici bir atmosfer yaratır New York City. Hayatın akşam 5’ten sonra durduğu Washington D.C.’de yaşadığım süre boyunca New York kaçamakları beni hayata bağlamıştır. Geçtiğimiz haftaki gelişmelere bakarsak, hiç uyumayan şehirde Trump ve destekçilerinin uykuları daha da kaçacak.
2007’nin sonbaharı, o zamanlar telefonlarda daha harita uygulamaları yok, ilk iPhone çıkalı daha birkaç ay olmuş, TomTom denen bir navigasyon cihazı kullanılıyor. Gerçekten de zamanının muhteşem bir cihazıydı, bunu söylemek lazım. Her neyse gençliğin verdiği deli cesaretiyle New York’a doğru yola çıktım. Saatler sonra şehrin o ünlü silüetini gördüğümde içim kıpır kıpırdı. Hadi dedim Times
“Zorluk yeni fikirlerde değil, çoğumuz gibi yetiştirilenler için zihnimizin her köşesine yayılan eski fikirlerden kaçabilmekte yatıyor.” · John Maynard Keynes
Hollanda’da geçtiğimiz hafta yapılan parlamento seçimlerinde sol liberal görüşe sahip Demokrat 66 (D66) isimli siyasi parti önemli bir zafer elde etti. Aşırı sağcı Geert Wilders’ın liderlik ettiği Özgürlük Partisi (PVV) hayalkırıklığı yaşadı. 2023’deki seçimlerden sonra sağ ve merkez sağ partilerin kurduğu koalisyon ülkeyi yönetiyordu ancak özellikle göçmenler hakkındaki anlaşmazlıklar ülkeyi bir erken seçime gitmek zorunda bırakmıştı. Göçmen karşıtlığı ile tanınan aşırı sağcı Wilders’ın yerine yeni hükümeti kuracak kişi çok büyük ihtimalle D66’nın genç lideri Rob Jetten olacak. Bu gelişme dünya medyasında liberal solun aşırı sağa karşı zaferi olarak yorumlandı. Ülkemizde garipsenebilecek liberal sol kavramını gelin biraz irdeleyelim.
Türkiye’de liberalizm denince akla ilk gelenlerin arasında sol
“Ben savaşırken herkes taktiklerimi görebilir; fakat hiç kimse asıl zaferin kaynağı olan stratejiyi göremez.” -Sun Tzu
Satrançta olası hamle kombinasyonları evrendeki atom sayısından fazladır. Satrancın hala üzerine kafa yorulan, analiz edilen bir oyun olmasının sebebi süperbilgisayarlar çağında bile hala keşfedilmemiş stratejilerin varlığının bulunmasıdır. Satranç aynı zamanda hayatın tahtaya yansımasıdır. Bazı oyuncular hücum ağırlıklı, hızlıca mat etmeye odaklı oynarken, yavaş ve taktiksel oyun çoğu zaman daha başarılı olur. Bugünkü dünya siyasetinden bir metafor üretecek olursak Trump hemen çoban matıyla sonuç almaya çalışan bir oyuncu iken, Putin daha kontrollü bir profili temsil ediyor. Trump’ın tüm girişimlerine, şovlarına rağmen Ukrayna’da durum hala Putin’in planına uygun devam ediyor. Son olarak Trump bu sefer rotayı Venezuella’ya çevirdi; bir yandan Ukrayna için piyonlarını ileride konuşlandırmışken, şimdi kaleleriyle Güney Amerika’ya ilerliyor. Ama satrançta bu kadar ileri uçta
“Korumacılık gerçekte tüketiciyi sömürmek demektir” -Milton Friedman
Soya fasulyesinin binlerce yıllık bir tarihi vardır. İlk olarak Çinliler tarafından Mançurya’da yetiştirilmiş, hatta pirinç, buğday, arpa ve darı ile birlikte kutsal olarak kabul edilen beş mahsulden biri olarak kabul edilmiştir. Zamanla önce Japonya ve Güneydoğu Asya’ya yayılmış, 18. Yüzyılda Avrupa’ya, 19. Yüzyılda Amerika’ya ulaşmıştır. Benim bu “kutsal” baklagille aramdaki sevgi bağı çok daha yakın zaman öncesinde kurulmuştur. ABD’deki üniversite maceramın üçüncü yılında Washington D. C.’den Virginia’nın kuzeyinde bulunan Rosslyn semtine taşınmıştım. Oturduğum apartmanın hemen çaprazında Cafe Asia isimli bir uzakdoğu restoranı vardı, zannediyorum hayatımda ilk defa orada edamame yemiştim. Bahsettiğim edameme aslında soya fasulyesinin olgunlaşmamış halidir. Son yıllarda ülkemizde de epey popülerliği arttı; ancak ben halen o Cafe Asia’daki muazzam lezzeti bulamıyorum.
Amerikan çiftçisi kan ağlıyor
Konumuza
“Barış zorla sağlanamaz, ancak anlayışla sağlanabilir.”
-Albert Einstein
Geçtiğimiz cuma günü baktım evde bir kaç eksik var, markete gittim. Alışverişimi bitirip kasada sıra beklerken önümde bir baba ve oğlu duruyordu. Çocuk bir anda Usain Bolt gibi fırlayarak abur cubur bölümünden bir cips aldı ve babasının sepetine koydu. Babası bunu alamayız yemeğe gideceğiz der demez çocuğun sanki nasırına basılırmışçasına bir çığlık kopuverdi. Babası güzelce mantıklı bir şekilde yemekten önce cips yemesinin sağlıksız olduğunu, daha sonra alabileceklerini anlatmaya çalışıyordu ama nafile. Çevredekilerin “Alman bakışı” atmaları üzerine adamcağız dayanamadı ve tamam alalım ama annene söylerim deyiverdi. Bu tehdit işe yaradı ve çocuk cipsi sepetten çıkardı ve sessizliğe
“İngiltere’de strafor bir kaptaki dönerden daha iyi bir yemek yoktur” - Ali Rosen
Bir İngiliz’in kalıplaşmış özellikleri nedir diye düşününce aklıma ilk gelenler şunlardır: ailecek dışarı çıkıldığına Hint restoranına gitmek, evde kalındığında Çin yemeği sipariş etmek, gece eğlencesinden sonra kebap yemek. Bunlara, Alman süpermarketlerden alışveriş yapmak, haftanın belirli bir günü Fransız pazarına gitmek, Amerikan şarkıları söyleyerek karaoke yapmak, Jamaika figürleriyle dans etmek eklenebilir. Varmaya çalıştığım sonucu anlamışsınızdır; İngiltere çokkültürlü bir toplumdur. Bunda bir zamanlar güneş batmayan bir imparatorlukları olmasının etkisi büyüktür elbette. Sömürge olarak yıllarca hükmettikleri ülkelerden göç etmiş milyonlar, İngiliz kültürünün modern yapısını oluşturmuşlardır. Buna rağmen göç politikası hep siyasetin göbeğinde olmuş, özellikle son 10 yıldır neredeyse en önemli konu haline gelmiştir. İngiltere’nin AB’den çıkmasının en
“Birleşmiş Milletler, ülkelerin çıkarlarının üstünde bir evrensel ahlak fikrini temsil eder”
-Harry S. Truman (1950 BMGK konuşmasından)
Birleşmiş Milletler denince aklıma hep lisedeki Model United Nations (MUN) anılarım aklıma gelir. Bilenler bilir, bilmeyenler için çok kısa bahsedeyim: Her okulun bir ülkeyi ya da kurumu temsil ettiği, New York’taki gündemin aynısı üzerine tartıştığı, kararlar aldığı bir BM simülasyonudur. Okulların kendi organizasyonları olduğu gibi uluslararası etkinlikler de mevcuttur. Bunlardan en gerçekçi, en itibarlı olanı benim de dört yıl boyunca katıldığım The Hague International Model United Nations (THIMUN)’dur. Lahey’de düzenlenen bu organizasyonda gerçekten de diplomasi sanatını genç yaşta deneyimlemiştim.
BM Genel Kurulu her üyenin açılış konuşmasıyla başlar. MUN zamanımda itiraf etmeliyim 200’e yakın konuşmayı dinlemek bazen epey sıkıcı olabiliyordu. Tabii gerçek hayatta dünya liderlerinin konuşmalarını takip etmek daha heyecan verici. Trump’ın geçtiğimiz hafta Genel Kurul’da
“Satranç, mantığın şiiridir” -Mikhail Botvinnik
Çocukken her bulduğumuz fırsatta top oynardık. Son dersin bitiş zili aynı zamanda mahalledeki futbolun başlangıç sesiydi. Mahalle maçlarının yazılı olmayan ancak herkesin Uluslararası Adalet Divanı kararları gibi uyduğu kuralları vardır. Misal, maçtan önce en iyi olarak kabul edilen iki çocuk sırayla takımlarına oyuncu seçerler. Herhangi bir taş, bulunamıyorsa bir kıyafet parçası kale direğini oluşturur. Korner kullanılmaz, üç kere korner oldu mu penaltı kullanılır. Hakem yoktur, gol çizgisi teknolojisi hiç yoktur; tartışmalı pozisyonlarda bazen vicdanına dayanamayan bir takım oyuncusu nizami olarak gol yediklerini kabul eder. “Adamın gol diyor” VAR yerine geçer. Liste uzayıp gider ancak en kritik nokta maçta kullanılan topun kimin olduğudur. Topun sahibi her daim mutlu edilmelidir zira canını sıkan en ufak bir şey olduğunda topunu alıp gider ve maç biter. Top sahibi bu yazılı olmayan kuralların üstündedir.
Geçtiğimiz hafta Trump, İngiltere’de işte topu olan çocuk gibi