“Sahte bir dost, açık yürekli bir düşmandan daha tehlikelidir”
-Francis Bacon
Sanıyorum dördüncü ya da beşinci sınıftayken Birleşmiş Milletler’in kuruluş tarihi olan 24 Ekim’de okul çapında bir bilgi yarışmasına katılmıştım. O zaman tabii bırakın ChatGPT’yi, Wikipedi dahi yoktu; internette MIRC, ICQ gibi platformlarda anca sohbet ederdik. O da çoğunlukla internet kafelerde yapılırdı zira evde internet olması bir statü göstergesiydi. Ödev hazırlarken ansiklopedilere başvururduk. Bu yarışmaya hazırlık için dedemin Milliyet’in verdiği ansiklopedi setine gömüldüğümü hatırlıyorum. Yarışma BM üyesi ülkeler ile ilgili olacağı için sabırla yüzden fazla ülke hakkındaki maddeleri tarayıp, soru olarak gelebilecek ilginç bilgileri ezberlemeye çalışmıştım. Sorulardan biri Grönland’ın hangi ülkeye ait olduğuydu; şansıma aklımda kalmıştı ve hemen “Danimarka” diyerek puanı kapmıştım.
Artık, neredeyse hiçbir kırmızı çizgiyi tanımayan bir ABD başkanı ile yaşamaya alışmak zorundayız. Kavgada
“Üzerimde kot pantolon ile ölmek istiyorum” -Andy Warhol
Gardırobumda hiç kot pantolon yoktur. Kot giymeyi oldum olası sevmemişimdir. Tabii konumuz benim giyim tarzım değil. Geçtiğimiz günlerde dünya satrancı kot pantolon yüzünden büyük bir kriz yaşadı. Dünya satranç şampiyonu ve son 15 yılın tartışmasız en iyi oyuncusu Magnus Carlsen, kot pantolon giydiği için Dünya Rapid (hızlı satranç) Şampiyonası’ndan diskalifiye edildi. Carlsen, Uluslararası Satranç Federasyonu (FIDE) için, kibar bir şekilde çevirmek gerekirse, “lanet olasıca” tabirini kullandı (“F” ile başlayan İngilizce sözcükten bahsediyorum) ve bir daha FIDE’nin organizasyonlarına katılmayacağını ima etti… İpler kopma aşamasına geldiğinde FIDE geri adım attı ve Carlsen iki gün sonra kot pantolonuyla satranç masasındaydı.
İlginçlikler burada da bitmedi. Final maçında bir türlü yenişemeyen Norveçli Carlsen ve Rus rakibi Ian Nepomniatchi şampiyonluğu bölüşmeye karar verdiler; ilk defa iki Dünya Blitz
“Kötü alışkanlıklarınızla savaşın, komşularınızla barış içinde olun ve her yeni yılın size daha iyi bir insan yapmasına izin verin”
-Benjamin Frankin
30 yaşının üstündekiler 2000’e girerken yaşanılan paniği anımsayacaklardır: tüm bilgisayar sistemleri çökecek, hatta kıyamet kopacaktı. Şimdi saçma gelse de o zamanlar ciddi bir şekilde dünyanın sonunun geleceğini düşünen kitleler vardı. 2025’e girmek üzereyiz, bilişim sistemleri kendi kendilerini imha etmediler ve hala gezegenimiz üzerinde nefes almaya devam ediyoruz. Asıl çökmeye başlayan İkinci Dünya Savaşı’ndan beri kurulu olan Pax-Americana, ve liberal dünya düzeni oldu.
Seçimler yılı
2024 küresel çapta bir seçimler yılıydı; 80 ülkede yaklaşık 4 milyar kişi sandığa gitti. Ekseriyetle halihazırda iktidarda olanlar kaybettiler. Hindistan, Japonya ve Güney Afrika’da uzun süredir siyaseti domine eden partiler iktidardan düştüler. İngiltere’de 14 yıllık Muhafazakâr Parti kontrolü sona erdi. Fransa ve
“En radikal devrimci bile devrimden sonraki gün muhafazakara dönüşür”
-Hannah Arendt
Mişel Eflak 9 Ocak 1910’da Şam’da doğdu. 1929’da Sorbonne’da felsefe okumak için Paris’e gitti. Orada bir başka Şamlı Selahaddin el-Bitar ile tanıştı. İkili, Arap milliyetçiliği ve sosyalizm hakkında benzer fikirlere sahiptiler. Suriye’ye döndüklerinde komünist kanatta yer aldılar ancak Suriye Komünist Partisi’nin Fransız sömürgeciliğini desteklediğini anlayınca hayal kırıklığına uğrayarak siyasete ara verdiler; öğretmenlik yapmaya başladılar. Eflak tarih, Bitar matematik ve fizik dersleri veriyordu. 1940’a gelindiğinde etraflarında hatırı sayılır bir öğrenci kitlesi toplanmıştı. Kısa süre sonra Arap İhya Hareketi isminde bir siyasi parti kurdular, daha sonra bu parti Arap Baas Hareketi şekline dönüştü. Arapça’da diriliş, doğuş anlamına gelen Baas sözcüğü, Eflak ve Bitar’ın idealist bir yönetim şeklini coğrafyalarına getirme arzularını simgeliyordu. Ancak doğum sancısına dayanamayan Arap ülkeleri
“Londra’da bir yemek masasına hâkim olabilen bir adam, dünyaya hâkim olabilir.”
-Oscar Wilde
Yaklaşık bir yıl önce, Londra’da yine aynı otelde sabah uyanıp yazımı yazmıştım. Gençliğimi geçirdiğim ülkeyi yıllar sonra huzursuz, kendini yenileyememiş ve eski gücünden uzak bulmuştum. Pandemi, Ukrayna’daki savaş, istikrarsız hükümetler derken biraz dağılmış bir toplum gözlemlemiştim. Aradan geçen bir yıl içinde genel seçimler oldu ve iktidar Muhafazakâr Parti’den İşçi Partisi’ne geçti. Bu sefer insanların yüzlerinde bir umut gördüm, daha mutlu bakan gözlere denk geldim. Ekonomi halen şahane değil, Başbakan Starmer’ın vergi politikası, AB ilişkilerindeki pasifliği eleştiriliyor ancak iktidardaki değişim her şeye rağmen bir rahatlama ve umut getirmiş gibi gözüküyor.
Öncelikle ilk gözlemim; sokaklar eski zamanlardaki gibi tıklım tıklım doluydu. Sabahın erken saatlerine kadar hayatın devam ettiği eski günlere dönülmüş. Pandemi sonrası tam normalleşme artık gerçekleşmiş
“Egemen, istisna haline karar verendir”
-Carl Schmitt
Güney Kore’de film gibi bir hafta yaşandı. 3 Aralık gecesi saat 23.00’da Güney Kore Cumhurbaşkanı Yoon Suk Yeol kameraların karşısına geçerek ülkede sıkıyönetim ilan ettiğini açıkladı. Bunun üzerine askerler ulusal meclisi abluka altına aldılar. Milletvekilleri barikatları aşarak meclise ulaşmaya çalıştılar ve sıkıyönetimi kaldırma yönünde oy kullandılar. Halk sokaklarda protestolarda bulundu. Nihayet baskıya daha fazla dayanamayan Cumhurbaşkanı Yoon sabaha karşı 5 sularında sıkıyönetimin kaldırıldığını belirtti.
Fevkalade durumların fevkalade önlemleri olur ancak işte asıl anahtar nokta vaziyetin olağanüstü olup olmadığına kimin nasıl karar verdiğidir. Demokrasiler için bu konu hayati önem taşımaktadır. Olağanüstü hâl ve sıkıyönetim ilanları ülkedeki liberal demokratik düzenin askıya alınması demektir. Gücü elinde bulunduranın neredeyse hiçbir anayasal engel bulunmadan bunu kullanması anlamına gelir ki bu sebeple Güney Kore’de
“Gerçek barış, sadece gerilimin olmaması değil; adaletin varlığıdır.”
-Martin Luther King Jr.
Tam yüz yıl önce, Aralık 1914’te tarihin en ünlü ateşkeslerinden biri gerçekleşti. Birinci Dünya Savaşı’nın ilk yılında Noel’e girilirken Batı cephesinde silahlar birkaç günlüğüne sustu. Fransız, Alman ve İngiliz askerleri tarafsız bölgede birbirleriyle selamlaştılar, yiyecek, sigara, hediyelik eşya takası yaptılar. Öyle ki beraber şarkılar söyleyip, söylentilere göre futbol bile oynadılar. Ne yazık ki savaş kızışıp, karşılıklı şiddetin dozu savaşın kurallarını aşınca bir daha bu tarz bir ateşkes yapılamadı. Somme ve Verdun muharebelerinde zehirli gaz kullanımı ve yüksek sayıda zaiyatlar artık cephedeki genç adamların ortak payda olan insanlıkta birleşmelerini imkansız hale getirmişti.
Savaş esnasında, gayrı-resmi olarak karşılıklı saldırıya ara verilmesine literatürde “yaşa ve yaşat” (live and let live) davranışı denir. Sonuç olarak aslına bakarsanız eline tüfek verilen gencecik adamların büyük çoğunluğu katil ruhlu
“Düşmanınıza geri çekilebilmesi için altın bir köprü inşa edin”
-Sun Tzu
“Risk” 1957’de Fransız bir film yapımcısı Albert Lamorisse tarafından icat edilen bir strateji kutu oyunudur. Amaç, bölgelere ayrılmış dünya haritası üzerinde askerlerinizi konuşlandırıp, topraklarınızı genişletmek ve rakiplerinizi mağlup ederek dünyaya hâkim olmaktır. Oyunun temel stratejisi diğer oyuncularla ittifaklar kurmaya dayanır. Saatler hatta günler sürebilir. Diğer bir önemli nokta ise tehdit olarak gördüğünüz oyuncuları fazla sinirlendirmemektir zira oyun çoğu zaman oyuncuların birbirlerine gıcık olması sonucu “intihar” saldırıları yapmalarıyla sonuçlanır. Büyük güçler kendilerini karşılıklı yok ederken, sabırla Avustralya’da pusuya yatan oyuncu genellikle sonunda kazanan olur. Risk oynamış olanlar neden bahsettiğimi gayet iyi anlayacaklardır.
Geçtiğimiz hafta neler oldu?
Dünya her geçen gün giderek sonuna yaklaşılmış bir risk seansını andırmaya başladı. Son günlerde